sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
ışığı gördüm, korktum. ağladım.
zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. karanlığı gördüm, korktum.
gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ağladım.
yaşamayı öğrendim.
doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
zamanı öğrendim. yarıştım onunla...
zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
insanı öğrendim.
sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
sevmeyi öğrendim.
sonra güvenmeyi...
sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
insan tenini öğrendim.
sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
evreni öğrendim.
sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
ekmeği öğrendim.
sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
okumayı öğrendim.
kendime yazıyı öğrettim sonra.
ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
gitmeyi öğrendim.
sonra dayanamayıp dönmeyi.
daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta.
sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
düşünmeyi öğrendim.
sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
namusun önemini öğrendim evde.
sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
gerçeği öğrendim bir gün.
ve gerçeğin acı olduğunu...
sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.
her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Mevlana Celaleddin Rumi
Kendini tanıma yolculuğunda bir seyir defteri . . . Be flex Life in flux . . . As above so below . . . So be Love ! . . . "Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir , hepsi birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler." Hermes Trimegistus
28 Ekim 2013 Pazartesi
17 Ekim 2013 Perşembe
Karşıtlıkların ötesindeki gücün kapılarında
Ey
Yolcu,
Darüssena’dır
gördüğün
Kendi
cehennemine inip
Uz’laştırdığında
ayrılığı
Küll’erinden
doğumun nasip
Ka’derinden ör’düğün
Ka’derinden ör’düğün
B’aşk,
17 Ekim 2013, g’öz’tepe
Tamu
/ İhsan Oktay Anar
Kurşun Lahdin eritilmesinden dört yüzyıl kadar önce, Halife Mansur Hazretleri düşünde gökten kayan iki yıldız görmüş, meğerse bunlar Harut ve Marut adlı iki melekmiş. Ademoğullarının dünyada döndürdükleri işleri merak ettikleri için göğün en yüksek katının izniyle gece yere iniyor, şafak sökünce de esrarengiz bir beyit okuyup tekrar eski yerlerine yükseliyorlarmış. Ne var ki günün birinde ölümlü bir kadına âşık olmuşlar. Kadın da bunları serhoş edip göklerin kapısını açan beyiti ağızlarından almış. Esrarengiz sözleri söyler söylemez yükselmeye başlamış, ama yarı yolda diğer melekler onu çarpıp bir yıldız yapmışlar. Bu yıldızın adını Zühre koyduktan sonra, Harut ve Marut'u saçlarından bir kuyuya asıp cezalandırmışlar.
Sabah olunca, Halife Mansur Hazretleri atına atlayarak düşünde gördüğü bu kuyuyu arayıp bulmuş. Yaklaşıp baktığında dibinde kendi aksini görmüş. Sudaki aksi ona, "Ey Mansur. Sonunda geldin. Nice zamandır burada seni bekliyordum. Ben senin aksin değil, ikizinim. Sana ilim vereceğim, ama yalnızca bir tek şey sorabilirsin. İyi düşün ve bana sadece bir soru sor," demiş. Halife Efendimiz de havsalasını zorlayıp iyice düşündükten sonra, "Bana dünyadaki herşeyi göster," demiş. Kuyunun ayna gibi parlak sathında o an, dünyanın o güzelim sureti görünüp kayboluvermiş. Halife Mansur'un kamaşan gözlerine yeniden nur geldiğinde, az ötede akan ırmağa, Dicle'ye bakıp burada bir şehir kurmaya and içmiş.
Yüzbin işçi yirmi yıl çalışıp o dairevi şehri, bugünkü Eski Bağdat'ı dünyanın suretine uygun olarak bu yüzden inşa etmişler. Merkeze el Mansur Camii ile bir saray kondurup etrafına gökyüzündeki on iki burcun timsali olan on iki devlet binasını dikmişler. Dünyayı çevreleyen Kaf Dağı yerine, bu şehri tam bir daire şeklindeki bir surla kuşatmışlar. Sonunda burası Halife Efendimizin kuyuda gördüğü surete fazlasıyla benzemiş. Barışın hüküm sürdüğü bu şehre Madinetü's Selam denmiş. Gelgelelim şehri kurmakla yükümlü iki mimardan biri işi gücü bırakıp, Bağdat'ın kuruluşunu anlatan bu masalı kurmuş. O gün bu gündür, bu masala İlk Bağdat Masalı denir.
Gassal'ın sırrını açıklayan esrarengiz yazıları incelemekle meşgul bilginler,
yaşadıkları bu şehri iki mimardan hangisinin kurduğuna karar veremiyorlardı.
Dünyanın suretine göre dairevi şekil verilmiş olan Eski Bağdat, giriş yasağına
rağmen definecileri, tılsımcıları ve serüvencileri, sözün kısası dünyanın
binbir haline âşık binbir türlü insanı bir girdap gibi kendine çekiyordu.
Geceleyin surlarını gizlice aşanları, yarıçapında geleceği gören kahinleri,
ellerinde usturlabla yer tayin eden definecileri, mıknatıs taşıyla ay tozları
toplayan simyacıları yutuyor, geriye masallarını bırakıyordu. Bunlar İlk Bağdat
Masal'ına ekleniyor, kâhinin, simyacının ve definecinin boynu vurulmuş
bedenleri yeraltında yatarken, ruhları bu masalın cüzleri olarak ay altında dar
sokaklarda dolaşıyordu. Yeri geldiğinde lamba içlerine, halı püsküllerine
siniyor, fırsat bulduklarında ise yeni düşlere ve
tasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimar ne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimar kadar büyütemiyordu.
Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların, madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basra kapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyen aygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı, akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerin yayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.
İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hasta madenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kız istemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları, gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonuca bağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basa dolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in "Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodruma kadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaç derinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıp hava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kale görünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzükle bir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdan başka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalar vasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılara ve fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeride sık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaç dengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelere hapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı. Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işte böyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmen varabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir iş olmadığıydı.
tasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimar ne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimar kadar büyütemiyordu.
Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların, madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basra kapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyen aygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı, akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerin yayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.
İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hasta madenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kız istemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları, gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonuca bağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basa dolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in "Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodruma kadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaç derinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıp hava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kale görünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzükle bir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdan başka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalar vasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılara ve fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeride sık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaç dengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelere hapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı. Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işte böyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmen varabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir iş olmadığıydı.
Esrarengiz metin şu ifadeyle
başlıyordu:
"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi: 'Sağdakilerin en üstünden soldakilerin en altına inersen cehennemin kapısını bulursun'".
"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi. Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağı apaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göre ahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise soluna toplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin en alçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadar herşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlam vermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf bir Yunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:
"en toutois e aitia tes melainas koles
esti filia kai o sitos o skleros. outos, noso
gignetai e lupe en tuma kai en somati melaina
kole. aute kole mekanetai malista ton karkinon
en geronti kai filomania en neania, osper outosf
rontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. o
poros tou nosou melainas koles d'esti me melein,
upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagke
estein kuamon kai labraka, etera esti kakos.
frontizetin dei ton kalon tina."
Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyle tercüme etmişlerdi:
"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk ve
kuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta ruhta keder
ve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safra
yaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğine
yol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisini
düşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresi
ise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahat
yaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardan
yemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi bir
şeyi düşünmek icab eder."
Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhiz usulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı. Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. Fakat Gassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonunda içlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiği gibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zor bela zaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine önce hiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklama bulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü bir üzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar. Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.
"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi: 'Sağdakilerin en üstünden soldakilerin en altına inersen cehennemin kapısını bulursun'".
"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi. Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağı apaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göre ahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise soluna toplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin en alçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadar herşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlam vermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf bir Yunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:
"en toutois e aitia tes melainas koles
esti filia kai o sitos o skleros. outos, noso
gignetai e lupe en tuma kai en somati melaina
kole. aute kole mekanetai malista ton karkinon
en geronti kai filomania en neania, osper outosf
rontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. o
poros tou nosou melainas koles d'esti me melein,
upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagke
estein kuamon kai labraka, etera esti kakos.
frontizetin dei ton kalon tina."
Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyle tercüme etmişlerdi:
"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk ve
kuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta ruhta keder
ve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safra
yaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğine
yol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisini
düşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresi
ise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahat
yaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardan
yemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi bir
şeyi düşünmek icab eder."
Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhiz usulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı. Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. Fakat Gassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonunda içlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiği gibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zor bela zaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine önce hiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklama bulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü bir üzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar. Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.
İhsan
Oktay Anar, 1996, yayınlanmamış bir kitabından
Kaynak: Kitap-lık
dergisi, Eylül-Aralık 1996
Etiketler:
Anka,
Araf,
Aşk,
Bağdat,
Cehennem,
Cennet,
Darüsselam,
Darüssena,
Feniks,
Harut,
İhsan Oktay Anar,
insan,
kendini tanı,
Marut,
melankoli,
Simurg,
Tamu,
Venüs,
Zühre,
Zümrüd'ü Anka
10 Ekim 2013 Perşembe
İç yaşam ve ruh sağlığı
Bugün 10 Ekim Dünya ruh sağlığı günü...
İç gelişimimize ayırdığımız zamana daha az değer vermenin sonucu olarak günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilendiği, bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bildirilmektedir.
Sağlık, sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak açıklar.
Yaşayan bir organizmada, organizmanın dengede olduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Bu dengeli durumda organizmaya giren ve organizmadan çıkan madde ve enerji miktarı (organizmanın normal büyüme sürecinde kullanılan madde gözardı edildiğinde) yaklaşık olarak eşittir ve böylece organizmanın hayatta kalması gerçekleşir.
Her gün harcadığımız ve bizden çıkan madde ve enerji ihtiyacımızı nereden hangi kaynaklardan karşılıyoruz ?
Hızlı ve tüketime yönelik bir dış yaşam her şeyin önüne geçiyorsa, gün içinde bir kaç dakika içimize dönemiyorsak nasıl ayakta kalabiliriz ? Yaşam mücadelesine kapılıp...yaşamayı unutmadan ?
İnsan olmanın doğasına uygun olarak her açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmemiz için sadece beden sağlığımıza değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal yönlerimizin de sağlığına özel göstermemiz gerektiğini hatırlayalım.
Dış yaşam bize bağlı olmayan şeylerle doludur. Ancak iç yaşam bizim elimizdedir. İç yaşam merkezde olmaktır, insan olmanın ve hayatın derin anlamının bilincinde olmaktır.
İç yaşam, yaşam tamlığı anlamına gelir. Bir denge olmalıdır; zihnin ve kalbin dengesi, gücün ve bilgeliğin dengesi, hareketin ve durmanın dengesi. Yolculuğun gerilimine dayanmayı sağlayan ve yolunda ilerlemesine izin veren dengedir.
İç yaşam iki şeyden oluşur: Bilgi ile eylem ve zihin berraklığı ve dinginlik.
İç yaşamı geliştirmek için özel durumlara, olaylara, mekanlara, elini eteğini yaşamdan çekmeye gerek yoktur, aranılan bu değildir. Aksine doğal, canlı ve hayatın tam içinde ve merkezinde olmaktır.
İnsanın bütünsel sağlığı, özü sözü bir, ruhu, zihni, bedeni aynı çizgide, aklı ile kalbi uyum içinde, iç yaşamı ile dış yaşamı dengede olduğunda gerçekleşir.
"İnsan ancak ruhu dolu olduğu zaman mutlu ve sağlıklı olur." DSG
Bflex@lifeinflux
10.10.2013 gÖZtepe
İç gelişimimize ayırdığımız zamana daha az değer vermenin sonucu olarak günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilendiği, bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bildirilmektedir.
Sağlık, sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak açıklar.
Yaşayan bir organizmada, organizmanın dengede olduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Bu dengeli durumda organizmaya giren ve organizmadan çıkan madde ve enerji miktarı (organizmanın normal büyüme sürecinde kullanılan madde gözardı edildiğinde) yaklaşık olarak eşittir ve böylece organizmanın hayatta kalması gerçekleşir.
Her gün harcadığımız ve bizden çıkan madde ve enerji ihtiyacımızı nereden hangi kaynaklardan karşılıyoruz ?
Hızlı ve tüketime yönelik bir dış yaşam her şeyin önüne geçiyorsa, gün içinde bir kaç dakika içimize dönemiyorsak nasıl ayakta kalabiliriz ? Yaşam mücadelesine kapılıp...yaşamayı unutmadan ?
İnsan olmanın doğasına uygun olarak her açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmemiz için sadece beden sağlığımıza değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal yönlerimizin de sağlığına özel göstermemiz gerektiğini hatırlayalım.
Dış yaşam bize bağlı olmayan şeylerle doludur. Ancak iç yaşam bizim elimizdedir. İç yaşam merkezde olmaktır, insan olmanın ve hayatın derin anlamının bilincinde olmaktır.
İç yaşam, yaşam tamlığı anlamına gelir. Bir denge olmalıdır; zihnin ve kalbin dengesi, gücün ve bilgeliğin dengesi, hareketin ve durmanın dengesi. Yolculuğun gerilimine dayanmayı sağlayan ve yolunda ilerlemesine izin veren dengedir.
İç yaşam iki şeyden oluşur: Bilgi ile eylem ve zihin berraklığı ve dinginlik.
İç yaşamı geliştirmek için özel durumlara, olaylara, mekanlara, elini eteğini yaşamdan çekmeye gerek yoktur, aranılan bu değildir. Aksine doğal, canlı ve hayatın tam içinde ve merkezinde olmaktır.
İnsanın bütünsel sağlığı, özü sözü bir, ruhu, zihni, bedeni aynı çizgide, aklı ile kalbi uyum içinde, iç yaşamı ile dış yaşamı dengede olduğunda gerçekleşir.
"İnsan ancak ruhu dolu olduğu zaman mutlu ve sağlıklı olur." DSG
Bflex@lifeinflux
10.10.2013 gÖZtepe
5 Ekim 2013 Cumartesi
İnsan yedikleriyle değil, hazmettikleriyle yaşar...
Beslenmemize, bedenimize gösterdiğimiz özeni aklımıza gösteriyor muyuz ?
Bilgi oburu olduk mu bir kere farklı tatlar peşinde koşarak bir ömür geçer...
Geçer de özümüz, ruhumuz belki de açtır hala...
Bizi bekler sabırla, arada bir yılmadan fısıldar belki duyarız diye...
Kadrimizi bilelim..İnsanın kadri öğrendikleri üzerine derin düşünerek, tefekkür ederek, onları hayatın içinde eyleme dökerek ortaya çıkar, bedenlenir.
Tüketimden üretime geçelim, aklımızı insan olmaya layık kılmak için kullanmaya cüret edelim...
Suretten öze geçelim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)