Venüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Venüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2015 Perşembe

Aşkın tecellisi

"Bırak ruhunda iki Venüs olsun, biri göksel, diğeri yersel.
Her ikisinin de bir aşkı olsun…
Göksel olan, ilahi güzelliği özüne yansıtması için,
Yersel olan, ilahi güzelliği dünyevi olanda oluşturman için..."

Ficino, Platon'un Şölen'i üzerine



Büyük inisiye ve filozof Platon “AŞK GÜZELLİĞİ DÜNYAYA GETİRMEK İSTEĞİDİR” der.

Platon sevgiyi, aşkı bütün ölümlülerde rastlanan bir ölümsüzlük çabası olarak tanımlar. En basit fiziksel hali ile Eros, tüm insanlarda, kendilerini yaşatacağına inandıkları bir nesil yetiştirme iç güdüsü olarak görülmektedir. 

Ancak bazı insanlarda "Eros" kavramı, daha üstün bir niteliğe bürünmüştür. Bu bilinçteki kişilerde, yani ideaları hatırlama bilincine sahip bireylerde Eros (Aşk), yüce güzelliklere ulaşma çabası şeklinde tezahür eder. 
Bu amacı gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları bilgilerin eksikliğini hisseden Hakikat yolcuları, bilgisizlikten kurtulmak çabası (bilgelik aşkı=felsefe) içerisinde bulurlar kendilerini. Bu kişiler Eros'u, dünyaya çocuk getirmekten öte bir işlev, idealara ulaşarak erdemli işler yapmak ve yeryüzünde sürekli ve zamansız eserler bırakmak çabası ve aşkı olarak görürler.

Felsefe hakiki anlamı ile bilgelik aşkıdır. Philo:Aşk,sevgi ve Sophia: Bilgelik.

Felsefe, Hakikat'e giden yolda akıl kapısından merak ile girilerek başlanan uzun bir yolculuktur, bilgileri uygulamayla bilgeliğe geçiren, bu esnada kendini ve çevresini dönüştürerek ışığı çoğaltan içsel simyacının yoludur. 
Bilginin sicimlerini kullanarak zeka ile ördüğün, aşkla, sevgiyle halkaları sağlamlaştırdığın, kendi içinden başlayarak dışarı doğru inşa ettiğin, göğe yönelmiş bir zincire benzer felsefe çalışmak. 
Akıl ile kalbi birleştirerek yürünen, insanın sırlarından evrenin sırlarına doğru uzanan keşif dolu uzun bir patika...
Bilgiler uygulandığında, bilinene göre yaşandığında bilinç doğuran, bilgiler birleştirildikçe benlikten sıyrılıp birlik bilincine doğru yükselen...
Aşkın ateşi ile hamken yandığın, yanarak piştiğin, (er)demlenme yolculuğudur. 
Hammaddenin özüne dönmek için yandığı...Yanarak azalmadığın, paylaştıkça çoğaldığın bir dönüşümdür. 

Sadece akılda kalınırsa, akıl aşksız kalırsa, tükenir yakıtı, yarı yolda kalır insan. Bilgiler birleştirilmediğinde, ayırır, böler. Zihinsel ateş göğe yükselmedikçe, bencilce kullanıldığında yakıcı ve yıkıcı olur, kişisel ve kollektif ızdıraplar doğurur.
Bilginin idraki ancak uygulandığında kazanılır ve Hakiki olur. 
Bilmeyi seven, sevmeyi de bilir. 
"İnsanın bilgisi arttıkça sevgisi de çoğalır" der Leonardo Da Vinci. 

İşte bu nedenle daha fazla AŞK'a, Sevgiyi ve bilgiyi birleştirmeye, sevgiyi eylemlerle bedenlendirmeye ihtiyaç var yeryüzünde... Yapa-bilmek, adı üzerinde yapmak için bilmeyi gerektirir. 

Platon Venüs'ün iki yönü olduğunu anlatır: Yersel ve göksel. Tensel ve tinsel. Cinsel ve Platonik aşk denilen budur. Dünyevi yönüyle insanlarda fiziksel sevgiyi uyandırır ve göksel yönüyle ilahi aşkı ilham eder. İnsan, fiziksel güzelliklerin tefekküründen aklı ile kalbini birleştirerek ilahi aşka ve Birliğe yükselebilsin diye bir merdiven uzatır göklerden yeryüzüne.

Platon ruhların güzelliğe tırmanışındaki idrak basamaklarını şöyle anlatır :

  • Bir güzel beden
  • Bütün bedenlerdeki güzellik
  • Ruhların güzelliği
  • Evrensel nizamın güzelliği
  • İdeaların güzelliği
  • Bilgeliğin güzelliği
  • Kendi içinde güzellik




“Bu dünyanın güzelliklerinden başlayacaksın,
hiç durmadan, basamak basamak yüce güzelliğe yükseleceksin;
bir güzel bedenden, bütün güzel bedenlere,
sonra güzel bedenlerden güzel işlere,
güzel işlerden güzel bilgilere,
güzel bilgilerden de, sonunda bir tek bilgiye varacaksın;
bu bilgi de, o tek başına var olan salt güzelliğe varmaktan,
gerçek güzelliğin özünü tanımanın bilgeliğinden başka bir şey değildir.

İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an,
işte yalnız o AN için insan hayatı yaşanmaya değer !
Günün birinde O’nu görürsen, hiçe sayarsın artık altınları, süsleri püsleri…
İnsan, güzelliği her şeyden arınmış, katıksız olarak bir görebilse !
İnsanın tenine, bedenine, rengine, daha bir sürü ıvır zıvırına bulanmış güzelliği değil,
biricik görüntüsüyle özündeki derin güzelliğini!

Platon (MÖ 427 - MÖ 347) 


Günümüzden 2500 yıl önce Platon aşkın cevherini anlatmış da az anlamışız.
Karşılıksız aşklarımıza platonik aşk demişiz, sızlanmışız, farketmeden Aşk'ın bizi dönüştürmek için yaptığı vazifenin anlamını.  

Platonik aşk diye eksik bilinegelen karşılıksız kalan bir sevgi değildir. 
Platonik aşk, karşılık aranmayan, karşılığı sorulmayan sevgidir, koşulsuz aşktır. 

İnsanı yeryüzünden gökyüzüne taşıyacak ilahi bir köprüdür. 
Sen aşağıdan yukarıya yöneldiğin zamAN, diğer ucunun gökyüzünden uzandığını, seni taşımak için zaten hep orada olduğunu fark edebileceğin bir köprüdür.

Koşul koymadan, hesap yapmadan, ödül ve karşılık beklemeden AŞK'ı yaşayan, 
her demde, her yerde aşkı görebilene baktığı herşey sessiz de olsa aşkla yanıt verir. 
Bu büyük bir gizemdir. 
Yaşayanlar bilir...

Platonik aşklar vasıtasıyla yıllarca dönmüşüz de Hakikat'te kendimizi aramışız,
Böylece insanın ve evrenin sırlarını tanıma yollarına düşmüşüz, 
Aşk yoluna düşünce, zamansız öğretilere tutunarak evrilme fırsatına ermişiz, 
Kaderin ördüğü ağlara şükrederek, ilahi aşkın zincirlerini örmeye gönül vermişiz... 

Özünü sevdiklerim, G'özünüzü seveyim, ÖZ'ünüzü sevin, Öz'gür sevin, Özgür düşünün...Özgürleşin... 

Aşk olsun...yeryüzünde ve yüzlerde...Işık olsun...

Uğur Başak Arpacıoğlu 

21.05.2015, 05:50, Moda 




Venüs'ün doğuşu Alessandro Botticelli “Birth of Venus” (1485)


23 Eylül 2014 Salı

Eylül ekinoksu: İçimizde ve dışımızda adalet üzerine

Kuzey Yarımkürede 23 Eylül Sonbahar ekinoksu 
Geleni karşılamak ve rızkımızı almak için arınma vakti
Temiz zihin, temiz beden, temiz kalple... 
Kişisel dileklerle ve düşüncelerle istediklerimizle zihni doldurmadan, 
açık OLup, hiç kalıp...
kul'ak vermeli Sessizliğin Sesi'ne...

Çünkü...
Başlayan sonbahar, yazın topladığımız tecrübeleri içselleştirerek olgunlaşıp geleceğe tohumlar ekmek zamAN'ıdır... 
Dışarıda yaşanan canlılığının, hareketin, kademeli olarak içe dönmeye başladığı, 
Kışa dayanıklı tohumların ekileceği, korunacak değerler için iç yaşam toprağının besleneceği, 
Bir sonraki ilkbaharda açacak çiçeklerin hazır hale getirilmesi için, geçmiş dönemin hasatının değerlendirilip, yenilenme için yeni kararlarla titreşen iç-dış dengesini arayan niyet-eylemin mevsimidir.   

Yaşam bahçemizin toprağının ve üzerinde inşa ettiğimiz yaşamımızın temellerimizin güçlendirilmesi gereken, 
değerlerin, neye değer verdiğimizin, kendi değerimizin ne olduğunu sorguladığımız zamanlar, 
sapla samanın ayrıldığı, kalıcı olanların geçici olanlardan ayırt edildiği,
eleklerimizin kalp usturlabıyla (1) gözden geçirildiği 
içimizde ve dışımızdaki hasetten, hısımdan ayrılmanın zamanıdır bu sonbahar. 

HASATIN HAZIM ve HAZ'AN VAKTİDİR.

23 Eylül'deki gün tün eşitliği ile doğadaki dengelenmenin ardından, kendimizdeki ve hayatımızdaki dengesiz alanları fark etmemizi ister...

Çünkü...
İlahi Adaletin temsili olan tüy ile tartılır insanın kalbi göksel terazide
Zira zahirde(dışrak, egzoterik) birbirine tam eş, eşit olan tezahürler, şekiller, görüntüler bulunmadığından ancak batini(içrek, ezoterik) değerleriyle çıkarlar Adalet terazisinin kefesine.

Usturlabı AŞK olursa kalbimizin, teraziyi dengeye getirmek için elimizde ve farkındalığımızda olanlar ile dengesizlikleri tazmine yönelebiliriz.
çareler arayabiliriz, şikayet etmekten, imtihanlarımızdan kaçıp kendimize eziyet etmekten vazgeçip....

Korkular, endişeler, güvensizlikler, rekabet hırsı, maddiyata öncelik vermek, hoşgörüsüzlük, öfke, ayrımcılık, kibir ve bencilliklerimizden kaynaklanan adalet eksikliğimiz...Işığın kaynağından uzaklaştıkça artan karanlıklarımız...

Ve bazen de eşitlik arayışından dengeyi bozarız, adalet peşinde olduğumuz zannıyla, ancak hiç bir şey eşit yaratılmamıştır ve evrimleri için onları geliştirecek farklı şeylere, yoğurarak olgunlaştıracak farklı denemelere ihtiyaç duyarlar.

Terazinin iki kefesi tüm evrende ve doğada var olan "kutupsallık yasasını" anlatır. Bir'in ikili görüntüsünü, düaliteyi, eril-dişili, yin-yangı, geceyi-gündüzü, almayı-vermeyi ...ancak bunlar karşıt gibi görünen zıtlıkların birlikteliğini temsil ederler... ve kökeni BİR olan güçten türeyen, onun iki kefedeki görüntüleridir. 

Tezahürün oluşması ve varlıkların yaşamlarını sürdürmesi için gerekli yaşam alanı bu iki zıt kutbun arasında akar durur...aynı mıknatısın iki kutbunun arasında oluşan çekim alanı gibi...bu çekim nedeniyle hareket, devinimler mümkün olur her planda...bir atomun içinde de, güneş sisteminde de...

Yaşamın içindeki zıtlıkları birleştirmeyi başarmaktadır dengenin sırrı...hareketin içindeki ritmi bulmak ve korumaktır...Hareket ile bilgeliktir...Zıtlıklardan birliğe yükselmektir. 

Yine evrensel doğa yasalarına uygun olarak (titreşim) evrende her şey sürekli hareket ettiğinden bu denge her seferinde bozulur ve yeniden tazmin edilir (entropi) ...devinim, dönüşüm, tekamül ihtiyacı bitene dek, köklere göklere varana dek böyle sürüp gider....

Bu nedenle: 

Aşağıdaki yukarıdaki olma haline ermedikçe, 
Göksel Adalet yeryüzünde tecelli etmeyecek,
Adaleti beklemek, yokluğundan şikayet etmek nafile...
Bize düşen yukarıda olana benzemeye çabalamakta
İç adaleti ve dengeyi oluşturacak unsurları inşa etmekte.
Ayrıştırmayı beslemek yerine dengeleyici enerjiyi üretmekte, 
Gökyüzüne çıkan basamaklar misali.. 

Bize adil olan olmayanların hesabını tutmaktan, hayatın bize adil olup olmadığını sormaktan evvel,
Soralım kendimize : Biz adil miyiz , öz varlığımıza,  fıtratımıza, bize verilenlere, yaşamımızdaki nimetlere ?  Bedenimize, zihnimize, ruhumuza, yaşama hakkını veriyor muyuz ? 
Talep etmekten önce talebesi olmayı kabul ediyor muyuz hayat okulunun ? 

Cevaplar apaçık şu anki yaşamlarımızın ve yüzleşmemiz gereken imtihanlarımızın içinde...

Adalet diyince, gerçek anlamını felsefe derslerimde öğrendiğim Platon'dan anahtarlar düşer aklıma: 

Büyük filozof Platon'un Devlet adlı eseri "Adalet" konusunu işler öz olarak. Siyaset felsefesi yapmak değildir amacı ve günümüzde anlaşıldığı gibi bir devlet organizasyonunu formüle etmek için yazmamıştır bu eseri... İnsanların bireysel tekamüllerini gerçekleştirebileceği toplumsal yaşam İdeali'ni, tüm kozmosta işleyen uyumun, birlikte yaşamın insanlar için ve toplumsal yaşam içinde nasıl mümkün olacağını anlatmaktadır aslında. Başka bir deyişle yukarıdaki ne ise aşağıdaki o olması için yapılması gerekenleri...

Evet bir ütopya'dır...ancak gerçekleşmeyecek bir hayal anlamına gelmez bu kelime... İdeal toplumu anlatan demektir. Kelime köken olarak Grekçe "yok/olmayan" anlamındaki ou, "mükemmel olan" anlamındaki eu ve "yer/toprak/ülke" anlamındaki topos sözcüklerden türeyen anlamıyla: "İdealar dünyasında bulunan, yerde olmayan, mükemmel olan topraklar." 

Ütopya'yı aklımızın somut olanla sınırlı kavrayışından dolayı bir hayal zannederiz. İdealar yeryüzüne kendiliğinden inmez ki, onlar ile temas eden, bedenleştirecek, kanalize edecek idealistlere ihtiyaç duyarlar. 

Eserin orjinal ismi de Devlet değildir, grekçe aslı Politeia'dır. Latincede Res publica'dır. Herkes için, kamu yararına (commonwealth) anlamındadır. 

Politeia, yani Politika ise dünyamızdaki uygulama örneklerinin çok üzerinde bir kökene sahiptir idealar dünyasında, en üst anlamında "birlikte yaşamın İdeal düzenidir. Tüm evrende var olan düzenin insan toplulukları için uygulanma bilimi ve sanatı."
Zamanın aşınmasıyla kelimenin kullanımında kelimedeki "s" harfi düşer ve geriye bildiğimiz Republica kalır... 


Politika'nın kendi üzerimizde uygulanması da kişiliğimizi ıslah etmek, nefsimizi terbiye etmek, içgüdülerimiz, duygularımız ve zihnimizi yönetmek ve hakim olmak için etik-ahlak adını alır.   

"Adalet herkese kendi hakkı olanı vermektir" der Platon. 

Göksel Adalet'in yeryüzünde gerçekleşebilmesi için önce her bireyin içindeki adaleti kurması gerektiğini ve bu yolda her insanın kendi fıtratını gerçekleştirebilmesi ve varlığının tekamülünü sağlaması için eğitim (educare: içindeki cevherleri ortaya çıkarmak demektir) ve adaleti sağlayan birlikte yaşamın İdeal düzenini anlatmaktadır. Hem insanı ideal insana doğru, hem de toplumları ideal toplumlara doğru evrimleştirecek, dikeyleştirici evrensel yasaları uygulama sanatı ve bilimi olarak...

Adalet, dengedir, uyumdur, düzendir, 
Adalet, ahlaki bir erdemdir, olgunluktur. 
Adalet, doğruluktur, dürüstlüktür. 
Keyfi istek ve arzuları hesaba katmadan Hakikat'e uygunluktur, doğru yolu izlemektir.  
Adalet zulüm etmemektir, herkese hakkını vermek, layık olduğunu bulmasıdır. 
Adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengedir. 
Adalet, kökeni olan ilahi Nizam'a, Evrensel yasalara uygunluktur. 
Adalet maneviyat ile maddiyat arasındaki dengedir. 
Adalet aşırılıklardan uzak orta yoldur. 
Adalet, her şeyin merkezine kendini koymamaktır. Evrensel yasaları ölçü almaktır. 

Adaleti eşitlik değildir, dengedir. 
Farklı olan şeylerin arasında sağlanan denge, uyum, ahenkli birlikteliktir. Bütünsel bir görevi yerine getirmek üzere...

Eşitliği dış özelliklerde, maddi olanda, farklı yaşantılarda şekillenen kişiliklerimizde bulamayız...
İnsan bedeninde bile cismen aynı organlar, aynı tasarım bütünlüğü içinde, ortak çalışma prensiplerine uygun olarak işlevlerini kendiliğinden tayin edilmiş yönde yerine getirmekte olmalarına rağmen her birimizin fiziksel sureti birbirinden farklı değil mi ?
  
Hepimiz insanoğluyuz, farklı suretlerde...Değişik tekamül ihtiyaçları olan ruhlarımızın, farklı fiziksel, enerjetik, duygusal, psikolojik, zihinsel ve karmik kombinasyonların sonucuyuz ve bu nedenlerle kendimizi gerçekleştirme ihtiyaçlarımız birbirinden farklılıklar gösterir. Ve bu doğaldır...

Adaleti, insanın yaradılış amacının ışığında, eş ve kard'eş olan "insani özün doğası"nda bulabiliriz.

BİR okyanustan ayrılarak düşüp, yeryüzünde maddeye çarparak zerrelere bölünmüş ve dünya üzerine saçılmış insan damlacıklarında..aynı şu anda yağan yağmurun ezgisinde bizlere anlattığı gibi...

Öz'eş lerimizi bir kişide arayıp durmak yerine 
Öz'den hepimizin özdeş, kard'eş, karındaş olduğumuzu idrak etsek, 
Gökten yere inen ışığın farklı kadir ve kadersel yörüngelerdeki fotonları gibi, 
Yukarıdan aşağı uzanan bir sicimi oluşturan iplikçikler gibi, 
Kökleri gökte olan bir ağacın yeryüzündeki dalları gibi... 

Ve diğerlerinde bizde olmayan bütünün parçaları olduğunu, büyük filozof Helena Petrovna Blavatsky'nin söylediği gibi her insanın farklı planlarda birbirinin hocası ve tamamlayıcısı olduğunu bilerek yaşarsak içimizde ve dışımızda barış, aşk ve ışık artacaktır.

"Altılar yok edildiğinde ve Hoca'nın ayakları önüne serildiğinde, 
Lanu BİR ile birleşir, BİR olur ve artık onun içinde yaşar."(2)



Filozof Kant, pratik aklın çatışmaları olduğunu, salt aklın kendine terazilik edemeyeceğini, doğası gereği çelişkilere düşeceğini ve kendini neye inandırmak isterse o yöne meyledeceğini, "evrensel doğru"dan ayrılıp "kendi doğrularını" oluşturacağını, aklın terazisinin ancak "a priori" ilkelere yönelmiş,  ruh ile uyum içindeki "saf ve aşkın akıl" (manas) olması gerektiğini hatırlatır. 

Başka bir deyişle aklımız daha üst basamaklara yükselmedikçe, nefsin alt mertebelerine ve geçici bene hizmet eder, ayrımlara düşer.

Beşer şaşar ve şaştığında yolunu bulmak için bedeninde ve çevresinde onu çevreleyen doğa her zaman okunmaya hazır bir kitaptır. 

İnsanlıktan önce de var olmuş olan ve şimdi de var olan ve sonsuza kadar var olacak olan Evrensel Yasalar, onların mikro evrende ve makro evrende işleyişini ilim ile araştırmak ve öğrendiklerimizi birleştirmek şaşmaz ve zamansız rehberlerimizdir.

Hayat bizim ondan istediklerimizle değil, O'nun bizden istediklerini gerçekleştirmekle en yüksek anlamda adaletle, liyakatle ve saadetle yaşanır. 

"Aklı selim olan bir kimseye bu saadeti elde etmek için çalışmak, bu saadete engel olan şeylerden kaçınmak yaraşır."(3)

Tüm ahlaki öğretilerde kamil insan olabilmenin yolu, madde ve mana bütünlüğü, zahir ve batın derinliği, akıl ve kalp dengesi, şekil ve ruh beraberliği içinde sürülen yaşam olarak tanımlanır.  

Aslında zıtlıklar yoktur, ardındaki birliği görebilirsin... 
Çatışmalar,ayrışmalar, farklılıklar aşağı düzeylerdeki algıların yansımalardır, bilincini üst seviyelere taşıdıkça farklılıkların birlikteliğindeki uyumun melodisini işitmeye başlarsın. 

Bilincin yükseldikçe görüntüler birleşir, aynı uçak havalanırken önce farklı şekiller almış doğa şekillerini, farklı tarlaları, doğal sınırları ile gözlemlemen ve onların patchwork gibi birbirlerini tamamladıklarını fark etmen, daha sonra iyice yükseldiğinde aslında tek bir toprak olduğunu idrak etmen gibi... 

Piyanonun klavyesi üzerindeki farklı sesler veren tuşların, onların bütününe, teknik ve sanatsal bilgilerine hakim olabilen bir kişi tarafından çalındığında notaların armonik bir besteye dönüştüğünü işitmen gibi...

Paletindeki farklı renkleri zihnindeki ideal tasarıma göre farklı oranlarda karıştırarak, uygun fırçaları ve teknikleri kullanarak tuvale geçiren bir ressamın sanat eserinde gördüğün gibi...

Farklı doğaları ve ihtiyaçları olan bedeninin, duygularının, zihninin ve ruhunun gerçek ve tek yöneticisi sen kendinsin...Bu araçlarına onların her istediğini değil, doğasına uygun olanı ölçülülükle verdiğinde, kendini bilme ve hakim olma biliminde ve sanatında ilerlediğinde, araçlarını yüksek ve evrensel amaçların doğrultusunda kullandığında, özüne daha adil olduğunu fark edeceksin...

Var oluşuna hakkını vermeye başladıkça kendi içinde saklı olan mutluluk ezgini bestelemeye başlayacaksın...

Farklı enstrümanlarını uyumla çalmasını sağlayabileyen ve aslında onları yönetmekten başka hiç bir şey yapmayan usta bir orkestra şefi gibi...bir yaşam sanatçısına dönüşeceksin.

"İşte bu" diyeceksin...Hayat okuluna, sana öğreten her şeye teşekkür ederek ve onlara layık bir talebe olabilmenin derin ve sade mutluluğuyla...kaderini gerçekleştirme yolunda yürümeye aşkla, bilgelikle ve hizmet ederek devam edeceksin...


Doğadaki ilahi adaletten feyz alacağımız, 
Hasatımızın hasılatının bereketli,  
Hüznün değil, hüsn'ün çoğalacağı,  
İç adaletimizin hükmünün süreceği
Kalbimizin pusulamız olacağı
Haddimizi ve hakkımızı bileceğimiz, 
Bir'liği koruyacağımız, 
Mutlu bir ekinoks ve sonbahar dileklerimle... 

Öz'ünüze saygılarımla ve sevgilerimle
Uğur Başak Arpacıoğlu 


(1) Usturlab: Grekçe astrolabon, yıldız yakalar. 
Astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi bir ölçüm cihazıdır. Kullanım alanları arasında Güneş, Ay, gezegen ve yıldızların konumlarını belirlemek yer alır. Ayrıca yerel saatin ve namaz vakitlerinin belirlenmesi usturlab sayesinde hesaplanıyordu. Bazı matematik problemlerinin çözümlenmesinde de usturlab kulanılırdı.

Usturlabı mutasavvıf şairler de şiirlerinde kullanmıştır.  16. asrın şairi Usûlî: 

Merkez-i hâkdesin dâ’ire-i kalbinde
Felek etvârını seyr eyle suturlâb gibi    G.143/2

“Arzın merkezindesin kalp dairende feleğin tavırlarını usturlab gibi seyret“derken kalbi 
usturlaba teşbih eder. 

Kaynak: DİVAN ŞİİRİNDE TEKNOLOJİK BİR ALET: USTURLAB, İlyas KAYAOKAY

(2) Sessizliğin Sesi, 50, Helena Petrovna Blavatsky tarafından derlenen Tibet'in kadim bilgelik kitabı

(3) Mearicü'l Kudüs, Hakikat bilgisine yükseliş, Gazali 


İLAVE İLHAMLAR : 

.....
—"Herhangi bir ödül beklemeden ve herhangi bir zarara uğramaktan çekinmeden öyle eyle
ki, eylem kuralın evrensel bir ahlak yasası olabilsin." Kant

"İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor:
Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve vicdanımdaki ahlak yasası." Kant 
....

Bir gazelinde Mevlânâ, insanın iki başının olduğunu söylemektedir: 

Birisi yere ait olan toprak baş, diğeri göğe ait olan semâvî baş. İnsanın hakikatinin aslı onun semâvî başıdır. Onun varlığının ayrıntısı ve ikinci derecede olanı ise dünyevî olan toprak baştır:

Size göre, başınızda hiç böyle bir şey yok! Fakat aslında sizin iki başınız vardır. Birisi yerden gelen görünen şu toprak başı, birisi de gökten gelen ve görünmeyen tertemiz manevî baş!

Senin şu görünen başın, öbür gizli başından meydana gelmiş. Bunu bilesin, anlayasın diye nice tertemiz başlar, toprağın ayağına dökülüp saçılmış, toprağa karışmıştır.

Asıl olan baş, gizli, görünmüyor da ona uyan baş ortada... Bil ki, şu dünyanın ötesinde, sonsuz bir âlem vardır.  (Gazel: 464)

.....

Yine Mevlana Celalledin-i Rumi'den 

Buyurdu ki: Sen şu anlama bak; o düşünce sözü, o özel düşünceye bir işarettir. Anlamı genişletmek için “düşünce” dedik ona; gerçekte o düşünce değil; olsa bile insanların anladıkları bu cinsten düşünce değildir. Düşünce sözünden maksadımız buydu.

Yine o, insanın büyüklüğünün onun görünen cismine (bedenine) değil, hakikati arayan ruhuna bağlı olduğunu ve insanın hakikatinin “görme/görüş” olduğunu söylemektedir:

Ey görünüşte zerre olan, Zühal'i gör; topal bir karıncasın, git Süleyman'ı gör.
Sen şu beden değilsin, sen o gözsün; canı görmüş olsan bedenden kurtulursun.

(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 810-811)
....

İLHAM OLAN AY : EYLÜL :


  • Arapça eylûl, Süryanice "üzüm" anlamındaki aylûl'den (üzüm ayı) gelmektedir. Bereket, hasat ile ilişkilidir. 
  • Rumi takviminin 7.ayıdır.
  • Eylül adının İngilizce karşılığı olan "September", Latince yedi (7) anlamına gelen "septem" den gelir.
  • Hristiyanlar bu aya "istavroz veya haç ayı" derler. 
  • Akadlıların altıncı ayı ve sevinçten haykırmak anlamına geldiği bilinmektedir. 

İLHAM OLAN RESİM : 


İştar, Mezopotamya kökenli Akad mitolojisinde bir tanrıçadır. Asur ve Babil’in en gözde tanrıçasıdır. Sümer mitolojisindeki İnanna'dan türemiştir, kökeni kuzeybatı Semitik tanrıça Astarte'ye dayanır. İştar, Venüs gezegenini temsil eder. Aynı zamanda yeryüzündeki yansımasıyla Doğa Ana'nın, üretkenliğin, bereketin ve aşk'ın sembolüdür. Farklı dönemler ve uygarlıklardaki isimleri Nina, Nanna, Artemis, İsis, Kibele, Kubaba, Afrodit, Kutsal Bakire 'dır. 
İştar'ın batı dillerinde kullanılan karşılığı, 'yıldız' anlamında 'star' (İngilizce), 'Stern' (Almanca)'dır. 
İştar'ın simgeleri arasında bugün çok yaygın olarak kullanılan beş köşeli yıldız, gül (özellikle kırmızı gül), kalp sembolü, dikili tahta kazık, meşe ağacı ve meşe yaprağı (bol yapraklı ağaçlar) ve kırmızı rengi, 5 ve 50 sayıları bulunur. 
Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi bazı efsanevi aşklar, batıda başka adlar da alarak, gerçekte Baal ve Astarte (İştar) aşkını simgelerler. 
İştar'ın rengi olan kırmızı ile, hasadın yapıcısı ve aletlerini kuşanmış olarak savaş tanrıçası görüntüsünde insanları çatışmalarda kurban etmesi simgelenir. 
İştar (yaşam enerjisi gücü) , Şamas (Güneş) ve Sin ( Ay)  ilahi triadı gerçekleştirirler. 





17 Ekim 2013 Perşembe

Karşıtlıkların ötesindeki gücün kapılarında

Ey Yolcu,
Darüssena’dır gördüğün
Kendi cehennemine inip
Uz’laştırdığında ayrılığı
Küll’erinden doğumun nasip
Ka’derinden ör’düğün

B’aşk, 17 Ekim 2013, g’öz’tepe


Tamu / İhsan Oktay Anar

Kurşun Lahdin eritilmesinden dört yüzyıl kadar önce, Halife Mansur Hazretleri düşünde gökten kayan iki yıldız görmüş, meğerse bunlar Harut ve Marut adlı iki melekmiş. Ademoğullarının dünyada döndürdükleri işleri merak ettikleri için göğün en yüksek katının izniyle gece yere iniyor, şafak sökünce de esrarengiz bir beyit okuyup tekrar eski yerlerine yükseliyorlarmış. Ne var ki günün birinde ölümlü bir kadına âşık olmuşlar. Kadın da bunları serhoş edip göklerin kapısını açan beyiti ağızlarından almış. Esrarengiz sözleri söyler söylemez yükselmeye başlamış, ama yarı yolda diğer melekler onu çarpıp bir yıldız yapmışlar. Bu yıldızın adını Zühre koyduktan sonra, Harut ve Marut'u saçlarından bir kuyuya asıp cezalandırmışlar.
Sabah olunca, Halife Mansur Hazretleri atına atlayarak düşünde gördüğü bu kuyuyu arayıp bulmuş. Yaklaşıp baktığında dibinde kendi aksini görmüş. Sudaki aksi ona, "Ey Mansur. Sonunda geldin. Nice zamandır burada seni bekliyordum. Ben senin aksin değil, ikizinim. Sana ilim vereceğim, ama yalnızca bir tek şey sorabilirsin. İyi düşün ve bana sadece bir soru sor," demiş. Halife Efendimiz de havsalasını zorlayıp iyice düşündükten sonra, "Bana dünyadaki herşeyi göster," demiş. Kuyunun ayna gibi parlak sathında o an, dünyanın o güzelim sureti görünüp kayboluvermiş. Halife Mansur'un kamaşan gözlerine yeniden nur geldiğinde, az ötede akan ırmağa, Dicle'ye bakıp burada bir şehir kurmaya and içmiş.
Yüzbin işçi yirmi yıl çalışıp o dairevi şehri, bugünkü Eski Bağdat'ı dünyanın suretine uygun olarak bu yüzden inşa etmişler. Merkeze el Mansur Camii ile bir saray kondurup etrafına gökyüzündeki on iki burcun timsali olan on iki devlet binasını dikmişler. Dünyayı çevreleyen Kaf Dağı yerine, bu şehri tam bir daire şeklindeki bir surla kuşatmışlar. Sonunda burası Halife Efendimizin kuyuda gördüğü surete fazlasıyla benzemiş. Barışın hüküm sürdüğü bu şehre Madinetü's Selam denmiş. Gelgelelim şehri kurmakla yükümlü iki mimardan biri işi gücü bırakıp, Bağdat'ın kuruluşunu anlatan bu masalı kurmuş. 
O gün bu gündür, bu masala İlk Bağdat Masalı denir.
Gassal'ın sırrını açıklayan esrarengiz yazıları incelemekle meşgul bilginler, yaşadıkları bu şehri iki mimardan hangisinin kurduğuna karar veremiyorlardı. Dünyanın suretine göre dairevi şekil verilmiş olan Eski Bağdat, giriş yasağına rağmen definecileri, tılsımcıları ve serüvencileri, sözün kısası dünyanın binbir haline âşık binbir türlü insanı bir girdap gibi kendine çekiyordu. Geceleyin surlarını gizlice aşanları, yarıçapında geleceği gören kahinleri, ellerinde usturlabla yer tayin eden definecileri, mıknatıs taşıyla ay tozları toplayan simyacıları yutuyor, geriye masallarını bırakıyordu. Bunlar İlk Bağdat Masal'ına ekleniyor, kâhinin, simyacının ve definecinin boynu vurulmuş bedenleri yeraltında yatarken, ruhları bu masalın cüzleri olarak ay altında dar sokaklarda dolaşıyordu. Yeri geldiğinde lamba içlerine, halı püsküllerine siniyor, fırsat bulduklarında ise yeni düşlere ve
tasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimar ne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimar kadar büyütemiyordu.
Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların, madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basra kapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyen aygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı, akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerin yayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.
İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hasta madenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kız istemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları, gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonuca bağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basa dolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in "Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodruma kadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaç derinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıp hava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kale görünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzükle bir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdan başka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalar vasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılara ve fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeride sık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaç dengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelere hapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı. Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işte böyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmen varabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir iş olmadığıydı.

Esrarengiz metin şu ifadeyle başlıyordu:
"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi: 'Sağdakilerin en üstünden soldakilerin en altına inersen cehennemin kapısını bulursun'".

"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi. Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağı apaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göre ahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise soluna toplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin en alçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadar herşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlam vermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf bir Yunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:

"en toutois e aitia tes melainas koles
esti filia kai o sitos o skleros. outos, noso
gignetai e lupe en tuma kai en somati melaina
kole. aute kole mekanetai malista ton karkinon
en geronti kai filomania en neania, osper outosf
rontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. o
poros tou nosou melainas koles d'esti me melein,
upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagke
estein kuamon kai labraka, etera esti kakos.
frontizetin dei ton kalon tina."

Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyle tercüme etmişlerdi:

"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk ve
kuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta ruhta keder
ve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safra
yaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğine
yol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisini
düşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresi
ise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahat
yaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardan
yemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi bir
şeyi düşünmek icab eder."

Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhiz usulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı. Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. Fakat Gassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonunda içlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiği gibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zor bela zaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine önce hiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklama bulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü bir üzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar. Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.

İhsan Oktay Anar, 1996, yayınlanmamış bir kitabından
Kaynak: Kitap-lık dergisi, Eylül-Aralık 1996