25 Aralık 2016 Pazar

Bilginin tehlikeleri

Doğu Bilgeliği'nin en önemli kaynaklarından biri olan Bhagavad Gita'da üzerinde tefekkür edilmesi gereken önemli bölümlerden biri de şudur : 

"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır." 

Kişi vazifesini fark edip, varoluş ödevini gerçekleştirmeye odaklandığında gerçekten yaşar.
Sana ait ödevlerin, sorumlulukların diğer kişiler tarafından yaşanmak ve onlara vazife olmak durumunda değildir.  O ödev, vazife bilinci senin içindir, çünkü sen bilinçli olarak seçim yaptın, tercih ettin, yaşadın, tekamülün için gerekli bu deneyimlerin içinden geçiyorsun.

Yaşamdaki vazifeni idrak edebiliyorsan, bunu çevrene iyi kalbinle, erdemli örneğinle, eylemlerinle, özü sözü bir olmanla, düşüncede, sözde, davranışlardaki doğruluğunla, yaratıcı enerjinle aktarmalısın. 

Eleştiren, yargılayan, bölen, ayrımcılığa katılma tuzağına düşmeden...Birliği koruyarak.


Doğruların, erdemlerin, canlı ve somut bir örneği olmaya enerjini vererek yaşamalısın.

Bilgin, tecrüben artınca fark ettiklerinle başkalarının neden öyle yaptığına, neyi yapamadıklarına yönelmeden, yargılamadan...Aksine nasıl yapılabileceğinin somut ve canlı birer kanıtı olarak. Lafta kalmadan...Bunları düşünmekle teoride kalmadan... Pratik ve uygulama ile kendini ve çevreni dönüştürmelisin.

Kadim zamanlardan beri aktarılan öğretileri, bilgeliğin kutsal kitaplarında yaşamış canlı örneklerin tecrübelerinden aktarılanları okumalı ve okumakla yetinmemelisin.

İdeaların latif planlarında asılı olan zamansız kütüphanelerdeki bu reçeteleri, imgelemin, yaratıcı gücünle, iradenle yaşama geçirmeli,böylece onlara can vermelisin. 

Dünyanın sözlere karnı tok...Bilgi tek başına dünyayı iyileştirmeye, acıları azaltmaya yetmiyor. Bir bilgenin söylediği gibi "mürekkep yalamak yetmiyor".

Acı cehaletten doğar. 
Cehalet (avidya) eğitimle aşılabilir, ancak kör cehalet (angyana) bildiğini zannetmek, ışığı perdelemeye ve alt benin gölgesinde yaşamaya benzer, büyük zararlara yol açar, bencilleştirir, ayrıştırır, habisleşir. 

Kör cehalet, insanın açlığının neden kaynaklandığını bilmemesidir ve büyüyen açlığı ile acıları zincirleme reaksiyona sokmasına neden olur. 
Açlık geçici olana duyulan arzulardan kaynaklanır ve asla tatmin olmaz, beslersin, “daha” der. 

Siddharta Gautama Buda öğretilerinde insanı yeni acılara sürükleyen, karmik zincirler yaratan üç tür açlıktan bahseder:  1) Haz açlığı, 2) Sahip olma açlığı 3) Yaşama açlığı

İnsan ruhunun açlığı bilgiyle giderilmez. İçselleşmeyen bilgi yeniden acıktırır, yeni hazlar yaratır, daha çok tükettirir, madde mağarasına zincirler. 

Bilgi içselleşmediğinde, düşüncelerin labirentlerinde kaybolabilirsin, aynalı odada (kamamanas=arzuların zihni, somut zihin) parçalanır, yanılsamalı görüntüler, sanılar, kanılar yaratır, böler, ayrılır, kalbe ulaşmaz, kalbe ulaşmayan bilgi de ruha dokunmaz. Bilinç, farkındalık, idrak yaratmaz. Unutuverirsin...ve yeniden acıkırsın, her seferinde açlığın daha da büyür... 


Tüm BİLgiler ve tüm BİLimler, BİLinç yaratmak için araçlardır.. 

Kökenleri bile aynıdır. "BİL" .... Kendini BİLmen için. 
Cehaletini fark etmen, bildiğini zannetmelerini, kanılarını bırakman için,
Bilgilerden bilinç çıkarmak için, bilincini ruhuna çıkarman için.. 
Ruhundaki Ebedi Sandık'ta gizli, uyuyan bilgeliğinin uyanması için...

"Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka birşey değildir", der Platon.

Bilgileri tüketmekten, israf etmekten vazgeçelim, hazmedelim, içselleştirelim. Yediğimiz gıdaların bedenimizde yaptığı gibi bilgiyi yaşayarak yaratıcı enerjiye dönüştürelim. 
Bilgi, geçici ve sonlu bir araçtır ve sadece bilinç basamaklarında tırmanman için enerji kaynağıdır. Tüm bilgiler, Doğa'ya işlenmiştir, sonra üzeri sırlanmıştır... Aynaların içinden harikalar dünyasına geçmenin sırrı bunu anlatır.

H.P.Blavatsky’nin söylediği gibi, “Dünyadaki tüm kitaplar yakılsa bile, tüm bilgiler doğaya bakılarak tekrar yazılabilir.“ 
Doğanın ardındaki yasaları merak eden kitaplarla yetinmez, Hikmet Kitab'ını okur, OKUnanlar ruhuna dokunur... 

Bilgileri toplamakla yetinmeyelim, bilgi hamalı olmayalım, özünü toplayarak simyacı arılar gibi altın renkli, şifalı bala dönüştürelim. Okuyorsak, öğreniyorsak, kitaplar, güzel sözler yazıyorsak yazdıklarımızı önce yaşayanlar, sonra da aktaranlar olalım. 

Çünkü insan gerçekten deneyimlediği şeyi kalpten aktarabilir ve diğerlerine faydalı olabilir. Bu aktarım ruhtan gelen Öz'e dair hakikatli deneyimlerdir, asla unutmayacağımız dersler alarak öğrendiklerimizdir, ruhumuza kazınmış değerli tecrübelerdir. 

Yaşadığımız çağda insanlığın en büyük imtihanlarından biri bilginin ve düşünce gücünün nasıl kullanıldığında, bilgisizlikte değil.  
Bilgi tehlikelerle dolu bir araç halini almışken, zihinleri körleştirip, duyguları felç etmekteyken, bilgiyi nasıl kullandığına ve onunla ne yarattığına çok dikkat etmeli. 

Tarih boyunca bilgiyi bilgelikle kullanmayanların insanlığa verdiği zarar,  bilmeyenlerin hatalarından çok çok daha büyük oldu ve her ortaçağda tekerrür eden kör cehalet teknolojiyi de kullanarak çığ gibi büyüyen acılar yaratıyor. 

Bilgiyi farkındalıkla, bilinçle, iyi amaçlarla, bilgelik patikasını inşa etmek için, herkesin iyiliği için kullanalım. Bilginin tehlikelerine karşı uyanık olalım. 

Bilginin doğası ateşe benzer, düşük bilinçle kullanıldığında egonun elinde yakıcıdır, arzuların zihni bölücü ve yıkıcıdır. Bilgi, sevgiyle, yüksek bilinçle, evrensellik ilkeleriyle, bütünün yararına ve birlik için kullanılmalıdır. 

Bilgilerimizi paylaşmak çok iyidir, ama bilginin nasıl ve ne için kullanılacağını doğru ve herkese faydalı şekilde aktarmak daha yararlıdır.

Bilgi tüketimi ile, artan bilgi bolluğuna bir katkı daha mı yapmayı arıyoruz, yoksa bilgilerin nasıl yaşama geçirilebileceğini önce kendimiz uyguluyor ve aktarıyor muyuz ? Bilginin nihai amacı olan bilgeliğe sadık ve layık oluyor muyuz ? 

Bilmediğini bilirsen, bilmediklerine yönelirsin...Hangi bilgilerle daha iyi bir insanı, daha iyi bir dünyayı inşa edebileceğimizin farkına varalım. Aklı salim, sağduyulu, basiretli olalım.
Sade, net, açık, sağlam ve doğru fikirlere sahip olalım. 

Bilmediğimizi değil, bilgiyi insanın tekamülünde ve daha iyi bir gelecek için nasıl doğru kullanılacağını ve akl-ı selimi geliştirmemiz gerektiğini fark edelim. 

Zihinsel plan yaradılışımızdaki diğer araçlarımızdan (beden, enerji, duygular) daha sutil, latif olduğundan, zihne hakim olunması zordur. Düşünce gücü, fikirler, bilgiler, niyetler madde planından daha yüksek frekansta titreştiklerinden  yönetilmeleri, doğru kullanımı fiziksel bir aracı doğru kullanmayı öğrenmekten çok daha zordur. 

Zihnin özdenetimi konusu bu nedenle insanın tekamülünü esas alan tüm kadim öğretilerin odak noktasında yer alır. Bilincin yükseltilmesi, doğru dikkat ve farkındalığın geliştirilmesi, uyanıklığın muhafazası, doğru konsantrasyon, meditasyon gibi uygulamaların sürekli yapılmasının amacı bir süreliğine rahatlamak, hoş hisler yaşamak değil, zihnin arzulardan arındırılması, gerçek doğasının keşfedilmesi ve aklın mertebelerinde yetkinleşmek içindir.  

Çünkü insanlık Kova Çağı'ndaki bu düşüş döngüsünde zihinsel aracını doğru şekilde nasıl kullanacağını öğrenme tecrübesini yapmaktadır.  Zihinle, bilgiyle acılarını da yaratabileceği gibi, kurak çölleri bereketli topraklara dönüştürebilme kapasitesini de barındırmaktadır.

Geçişi daha az acılar, kederler yaşayarak yapabilmek için ihtiyacı ise, zihne doğru yönü verecek ortak bir insanlık ideali, yüksek ve anlamlı bir yaşam amacı, bilincine yol gösterecek kadim öğretiler ve bilgilerini basamaklı yola dönüştürecek bilgelik sevgisidir.


Felsefe, bilmek değildir, bilgelik aşkıdır...Malzemesi bilgidir, onu tutuşturup, yakıp ışığa dönüştüren Hikmet ise Aşk'tadır. Kökeni göklerde olan Aşkta...

Bilgelik Sevgisi bilgiye sadakat, Hakikat arayışına bağlılık göstermeye yönelten yüksek bir içsel duygudur, aklı ve kalbi BİRleştirir. 

Hakikat Aşıklar'ı bilgiyle, öğrenmekle yetinmez, enerjisiyle yayılan, aktaran, herşeye ışık ve can veren Güneş gibi yaşar... Gökte olan aşkından dolayı yerdeki her AN'ına ışık koyar.

Kendi ruhuna, diğerlerinin ölümsüz ruhlarına, zamansız öğretilerin ruhuna dokunur. 

Bilgiyi bilgeliğe dönüştürmek için ödevini yaparken sürdürdüğü yaşamı da, ölümü de soylu olur, kendisinden sonraki yaşamlarda yankılanır.  

"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır." 

Sevgilerimle 
Uğur Başak Arpacıoğlu
25.12.2016, Kadıköy, İstanbul 


ETİMOLOJİK KAYNAKLAR:  Bilmek – lat. scire, sciens - know
Bilim – lat.scientia  - science  (knowledge)
Bilinç – lat. conscire, consciens, conscientia - conscience ( with knowledge)

Consciousness; thinking; awareness, especially self-awareness.


BİLİNÇ (ingilizce) : Conscience , From Old French conscience < Latin conscientia (“knowledge within oneself”) < consciens, present participle of conscire (“to know, to be conscious (of wrong)”) < com- (“together”) + scire (“to know”)

BİLİM :  Science,  From Old French science, from Latin scientia (“knowledge”), from sciens, the present participle stem of scire  ("to know")

-SOPHY 
suffix meaning "knowledge," from O.Fr. -sophie, from L. -sophia, from Gk. -sophia, from sophia "skill, wisdom, knowledge," of unknown origin.

PHILOSOPHY 
c.1300, from O.Fr. filosofie (12c.), from L. philosophia, from Gk. philosophia "love of knowledge, wisdom," from philo- "loving" (see philo-) + sophia "knowledge, wisdom," fromsophis "wise, learned;" of unknown origin.
Nec quicquam aliud est philosophia, si interpretari velis, praeter studium sapientiae; sapientia autem est rerum divinarum et humanarum causarumque quibus eae res continentur scientia. [Cicero, "De Officiis"]

İLGİLİ DİĞER YAZILAR : 

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2014/02/bilimler-yetmiyor-dunyay-iyi.html

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2013/03/bir-erdem-olarak-arastirmak.html

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2016/06/altin-basamaklar.html

18 Aralık 2016 Pazar

In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung


In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung

Thus the anima and life itself are meaningless in so far as they offer no interpretation.
Yet they have a nature that can be interpreted, for in all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order, in all caprice a fixed law, for everything that works is grounded on its opposite. 

It takes man's discriminating understanding, which breaks everything down. into antinomial judgments, to recognize this.

Once he comes to grips with the anima, her chaotic capriciousness will give him cause to suspect a secret order, to sense a plan, a meaning, a purpose over and above her nature, or even-we might almost be tempted to say-to "postulate" such a thing, though this would not be in accord with the truth. 

For in actual reality we do not have at our command any power of cool reflection, nor does any science or philosophy help us, and the traditional teachings of religion do so only to a limited degree. 

We are caught and entangled in aimless experience, and the judging intellect with its categories proves itself powerless. 

Human interpretation fails, for a turbulent life-situation has arisen that refuses to fit any of the traditional meanings assigned to it.

It is a moment of collapse. 

We sink into a final depth-Apuleius calls it "a kind of voluntary death." 

It is a surrender of our own powers, not artificially willed but forced upon us by nature; not a voluntary submission and humiliation decked in moral garb but an utter and unmistakable defeat crowned with the panic fear of demoralization.

Only when all props and crutches are broken, and no cover from the rear offers even the slightest hope of security, does it become possible for us to experience an archetype that up till then had lain hidden behind the meaningful nonsense played out by the anima. 

This is the archetype of meaning, just as the anima is the archetype of life itself. 


In all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order. Every civilized human being, whatever his conscious development, is still an archaic man at the deeper levels of his psyche. 

Just as the human body connects us with the mammals and displays numerous relics of earlier evolutionary stages going back to even the reptilian age, so the human psyche is likewise a product of evolution which, when followed up to its origins, show countless archaic traits.


A more or less superficial layer of the unconscious is undoubtedly personal. I call it the “personal unconscious.” But this personal layer rests upon a deeper layer, which does not derive from personal experience and is not a personal acquisition but is inborn. This deeper layer I call the “collective unconscious”. I have chosen the term “collective” because this part of the unconscious is not individual but universal; in contrast to the personal psyche, it has contents and modes of behaviour that are more or less the same everywhere and in all individuals.

The great decisions of human life have as a rule far more to do with the instincts and other mysterious unconscious factors than with conscious will and well-meaning reasonableness. The shoe that fits one person pinches another; there is no recipe for living that suits all cases. Each of us carries his own life-form—an indeterminable form which cannot be superseded by any other.

We are living in what the Greeks called the right time for a “metamorphosis of the gods,” i.e. of the fundamental principles and symbols. This peculiarity of our time, which is certainly not of our conscious choosing, is the expression of the unconscious man within us who is changing. 

Coming generations will have to take account of this momentous transformation if humanity is not to destroy itself through the might of its own technology and science.
My interests drew me in different directions. On the one hand I was powerfully attracted by science, with its truths based on facts; on the other hand I was fascinated by everything to do with comparative religion… In science I missed the factor of meaning; and in religion, that of empiricism.

Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves… We should not pretend to understand the world only by the intellect; we apprehend it just as much by feeling. Therefore, the judgment of the intellect is, at best, only the half of truth, and must, if it be honest, also come to an understanding of its inadequacy.

Motherlove… is one of the most moving and unforgettable memories of our lives, the mysterious root of all growth and change; the love that means homecoming, shelter, and the long silence from which everything begins and in which everything ends. Intimately known and yet strange like Nature, lovingly tender and yet cruel like fate, joyous and untiring giver of life-mater dolorosa and mute implacable portal that closes upon the dead.

Mother is motherlove, my experience and my secret. Why risk saying too much, too much that is false and inadequate and beside the point, about that human being who was our mother, the accidental carrier of that great experience which includes herself and myself and all mankind, and indeed the whole of created nature, the experience of life whose children we are?

The grasping of the whole is obviously the aim of science… but it is a goal that necessarily lies very far off because science, whenever possible, proceeds experimentally and in all cases statistically. Experiment, however, consists in asking a definite question which excludes as far as possible anything disturbing and irrelevant. It makes conditions, imposes them on Nature, and in this way forces her to give an answer to a question devised by man. She is prevented from answering out of the fullness of her possibilities since these possibilities are restricted as far as practible.

For this purpose there is created in the laboratory a situation which is artificially restricted to the question which compels Nature to give an unequivocal answer. The workings of Nature in her unrestricted wholeness are completely excluded. If we want to know what these workings are, we need a method of inquiry which imposes the fewest possible conditions, or if possible no conditions at all, and then leave Nature to answer out of her fullness.”

Carl Gustav Jung, Archetypes and Collective Unconscious




16 Aralık 2016 Cuma

Uyku ve Rüyalar-1

Uyku ve Rüyalar (Theosophical Movement Dergisi'nden) 

Yaşamımızın, hemen hemen üçte birlik bir bölümü uykuda geçer. Uyku esnasında neler olduğunu, hatta uykuya neyin sebep olduğunu keşfetmek konusunda pek meraklı değilizdir. Hiç ilgi duymadığımız bu durumu her gün yaşamak ise biraz şaşırtıcıdır.

Biz her gece niçin uyuruz? Genel inanca göre vücudumuz yorulup canlılığını yitirmeye başladığında, bizler de uykuya yenik düşeriz. Teozoflar, sabah uyandığımızdan daha fazla yaşam enerjisiyle dolduğumuzu söylemektedir. Gücümüz tükendiğinde veya dayanıklılığımı
zın sınırına dayandığımızda da uykuya dalarız. Uyku sırasında, denge sağlanır ve böylece uyanırız.

Hypnos (Uyku) ve kardeşi Thanatos (Ölüm)

Uykuda geçirdiğimiz saatlerin süresi insandan insana değişiklik gösterebilir fakat hepimiz uyumak zorundayızdır. Bir insan, bir şey yemeden üç hafta kadar yaşamını sürdürebilir fakat hiç kimse o kadar uykusuz kalamaz. Yapılan deneyler göstermiştir ki, insanlar uykudan mahrum bırakıldıklarında yalnızca fiziksel sağlıkları etkilenmekle kalmaz, ayrıca zihinsel sağlıkları ve konsantrasyon güçleri de bozulur.

H.P. Blavatsky, uykunun gerekliliğini şöyle açıklamıştır:
Ezoterizme göre, uykunun periyodik bir biçimde gerçekleşmesi, sinir merkezlerinin bitkinliğinin, özellikle de daha uzun süre hareket etmeyi reddeden beynin duyumsal sinir düğümlerinin bu şekilde düzenlenmiş olmasının bir zorunluluğudur. Eğer çalışamaz hale gelmişlerse, güçlerini başka bir planda veya Upadhi’de telafi etmeye mecbur kalırlardı. Hayat kaynağı tükenmiş bir durumdaki insan, bir takım şeyler arar. Örneğin, sıcak havadan dolayı bunalmış biri kendini soğuk suyla canlandırır. Uyku da güneşle aydınlanmış bir vadideki gölgeli bir sığınak gibidir.

Bizler, uykuda farklı şuur seviyelerinde bulunuruz ve uyanık kaldığımız zaman boyunca kullandığımız duyular ve yetenekler dinlenme durumundadırlar. Uyanık olduğumuz süre içinde beyin aktiftir, uykudayken ise bilinçsiz faaliyetleri kontrol eden beyincik idareyi devralır. Bundan dolayı uyku tamamıyla bilinçsizlik ve farkında olmayış hali değildir. Beynin belirli merkezleri uyanık bir durumdadır ve bir koruma görevlisi gibi hareket ederler. Tıpkı bir annenin gökgürültüsüne rağmen çok derin uyuyabildiği halde, bebeğinin ağlayışı ile uyanması gibi.

Uykudayken, duyuların farklı durumları iş başındadır; örneğin astral duyular gibi. Örneğin, uyurgezerlik durumunda, astral kontrolü tamamen elinde tutar ve astral beden, fiziksel bedeni peşinden sürükler. Onun kontrolü öylesine doğrudur ki, biz uyurgezer durumda yürüyenleri, daracık düz bir çıkıntı üzerinde bile düşmeden durur bir halde buluruz. Bu gibi şeyler, onların uyanık durumdayken yapmaya asla cesaret edemeyecekleri şeylerdir.

Bizler uykudayken, farklı bilinç seviyelerinde bulunuruz. Birkaç seviyede işler durumda olan tek bir şuur vardır. Teozofi dört şuur durumundan bahseder; Jagrat, Swapna, Sushupti ve Turiya.

Bir Atma-Buddhi ışını olan daha da yüksek Manas, insandaki ‘üst benlik’tir. Her yeni enkarnasyon ışını kendi kendini tasarlar ve bu “bedenlenmiş Manas” olarak adlandırılır. Enkarnasyonda, Manas ikili hale gelir; yani ya arzulara doğru aşağı çekilir Kamamanas ( arzu zihin) olur ya da Buddhi durumuna doğru yükselir olur. Bedenlenmiş Manas'ın bir unsuru, arzuların ve dünyasal olayların içine dalmıştır, fakat Manas’ın gelişmemiz için kişiliğimiz üzerinde çabalamak zorundayken kendisini hapishanedeymiş gibi hisseden daha yüksek bir unsuru da vardır. Uyku boyunca bizlere daha yüksek ilke ve prensiplerle temasa geçme fırsatını veren Manas’ın bu görünümü, uyanık durumdayken tamamıyla hareketsiz olan Buddhi ve Atma halleridir.

Şuurun bu dört durumuna, eşmerkezli daireler şeklinde bakılabilir. Turiya, spiritüel şuur durumunun en yüksek hali ve merkezidir. Atma’ya, en yakındır. Bu durum yalnızca bilgelerin ve kahinlerin, istediklerinde girebilecekleri bir durumdur.

Jagrat uyanık durumdur ve diğer ucun en sonu ve merkezden en uzak olanıdır. Bir kişi Sushupti'ye doğrudan doğruya ulaşamaz. Bu, derin uyku halidir. Çünkü ikisinin arasında rüya görme durumu olan Swapna vardır. Uykuya dalarken, Swapna ya da rüya haline gireriz. Fakat bu rüya durumu - Jagrat'dan Sushupti’ye geçerken- biz Sushupti'den Jagrat'a geri gelirken girdiğimiz rüya durumundan tamamen farklıdır. Bu tür rüyalar, mekanik hareketler olan arzularımızın birleşmesiyle üretilirler. Bu rüyayı görenin faal halde olan mantığı değil, içgüdüsüdür. Hatta hayvanlar da bu tür rüyalar görürler.
Freud’un teorisi yalnızca bu rüyaları kapsamaktadır. Onun teorisi vasıtasıyla, bastırmaya çalıştığımız ve bilinçaltına ittiğimiz rasyonel ve irrasyonel arzularımızın, rüyadaki ifadelerini bulabiliriz.

Rüya durumundan Sushupti’ye veya rüyasız uykuya geçebiliriz. Bu durumda, düşük seviyeli hisleri ve idraki içine alan aşağı düzeydeki tabiatımız, tesirsiz hale getirilmiştir. Burada bir gardiyan gibi kişiliğimiz içinde tamamen sarıp sarmalanmış olan Manas’ın bu görünümü uykuya dalar ve uyanık durumdayken esir olarak tutulmuş olan içimizdeki insan, Buddhi-Manas ile birleşmek üzere serbest duruma gelir. Gardiyan, yarı uyku halindedir ve içimizdeki insanın düşüncelerine ve hareketlerine, bir pencereden bakar gibi arasıra kısa bir bakış atar.

Sushupti’de kişiliğimizin engellerini ortadan kaldırarak, gerçek varlığımızla başbaşa oluruz. Upanişadlar’ın söylediği gibi: “Burada baba artık baba değildir, ne anne annedir, ne de dünya dünyadır...” Hatta, en katılaşmış suçlu bile, rüyasız uykunun bu basamağından hızlı bir şekilde geçer.
Gerçekten de, deneylerin gösterdiği gibi, Sushupti şuur planındaki uyku durumundan mahrum kalan insan tamamen yorgun olarak uyanır. Burada üst benliğimiz tamamen kendi planında kendi başına hareket eder, bütünüyle bilinçli ve herşeyi bilen bir durumdadır. O, eğer aralarında spiritüel uyum varsa, aynı plandaki diğer egolarla (benlerle) iletişim kurabilir. Bu durumdayken, biz daha önce aramızdan ayrılmış kişilerle de irtibat kurabiliriz. Bir kişi, uyandığında net olmayan hatıralara sahip olabilir. Fakat, iletişimde algıladığımız belirsiz hisler bize teselli verir.

Daha sonra biz bu rüyasız durumdan tekrar bir kez daha rüya durumuna geçeriz. Bunlar öyle rüyalardır ki; içimizdeki insanın (benin) yansıtmış olduğu deneyler ve fikirlerdir. Sushupti’de problemlerimize çözüm buluruz. Birçok sanatkar ve yaratıcı rüyalarından ilham almışlar veya uyanıkken halletmeye çalıştıkları problemlerin çözümünü rüyalarında bulmuşlardır.

Örneğin Alman kimyacı Kekule, rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görmüş ve bu rüya sonucunda benzen molekülünün kapalı halka yapısına ulaşabilmiştir. Rüyada bulunan bu çözüm, sembolik bir formdur. Egomuz tarafından kullanılan kendi düzlemindeki bu dil, uyanık durumdayken bildiğimizden tamamen farklıdır. Demek ki Üst Benlik, vücudumuzda yaşamına yeniden başladığında, deneyimlerini beynimize aktarmakta zorlanır. O, imajlar ve resimlerle iletişimde bulunur.

Bazen uyanık durumdaki bilinç haline geçtiğimizde, bizim rüya deneyimlerimiz bozulup çarpıtılmış olur, görüntülerin karmakarışık ve anlamsız olduğu görülür. Bunlar, karışık rüyalar olarak adlandırılır. Bu süreçte, kehanette bulunmayla ilgili rüyalar ve net bir görüntü şeklinde geleceğe ait olaylar görülebilir. Tarih, birçok kehanet rüyası örneğiyle doludur.

Bazen rüyalarımızda uyarılar alırız. Uyanık olduğumuzda, arzularımızın ve isteklerimizin çeşitliliği yüzünden zihnimiz karışmış durumdayken, hangi tehlikenin içine gireceğimizi önceden göremeyebiliriz. Bu tip rüyalar uyarı rüyaları olarak adlandırılırlar. Bir insan iki şekilde rüyalar yoluyla uyarı alabilir. Ya Abraham Lincoln gibi kendi ölümünü bir önsezi, bir uyarı halinde alabilir veya eğer bu insan kolaylıkla rüyalarından etkilenmeyen biriyse, diğer bazı insanlar onun adına uyarı rüyası görebilirler.

Bir de geçmişi hatırlatan rüyalar vardır. Bunlar bizim geçmiş yaşam hatıralarımızın anılarıdır ve genellikle astralden toparlanan başıboş görüntülerdir. Astral ışık evrensel bir kayıt gibi olduğundan, orada geçmiş, şimdi ve gelecek bütün olaylar derin bir şekilde yer etmiştir.

Bundan başka, içimizdeki yeteneklerin gelişmesi için sık sık gördüğümüz ve bizi daha yüksek değerlerde yaşamaya yönlendiren rüyalar da vardır. Bu tip rüyalar, açıkça atağa geçer ve sürekli bizi takip ederler. Bu daha yüksek ve daha aşağı olan doğamız arasındaki bir savaştır. Eğer ki, kişinin isteği ve özlemi daha yüksek değerdeki yaşamdan geri kalmamak yönündeyse fakat bu isteği doğrultusunda günlük düşüncelerini değişime uğratıp bunların muhasebesini yaparak, hareketlerinde bunu uygulayamıyorsa, rüya tekrarlanacaktır. Belki de ayrıntılarda bir değişim meydana gelecektir. Fakat kişi aşağı değerlerdeki davranış türlerine tekrar dalarsa veya savaş, karşıt yöndeki yaşam ve düşünceler tarafından kazanılırsa, ya da mücadeleden vazgeçilirse, bu tür rüyaların görülmesi de bitecektir.

Farklı çeşitlilikteki rüyaların analizini yaptığımızda görüyoruz ki,
a) Sushupti safhasının deneyimlerini, uyanık durumda da hatırlayabilmek ve
b) Bu rüyaları yorumlamak çok önemlidir. Söylendiğine göre, bir rüya açılmamış bir mektup gibiyse anlaşılamaz. Rüyalarımızın anlamını açıklayabilecek olan kişiler yalnızca bizleriz. Ne başka bir kişi, ne de herhangi bir rüya kitabı bunu yapabilir.

Rüyasız uyku sürecinin deneyimlerini geri getirmek için Jagrat'dan Sushupti‘ye doğru giden iletişim (mesaj) kanalının açık ve net olması gerekir. Beynimizin bu rüyaların ne kadarını hatırlayabildiği, onun ne kadar gözenekli olduğuna bağlıdır. Beynimizin gözenekli bir yapıda olması için daha az kişisel arzuya sahip olmalı, materyalist uğraşları terk etmeli ve ahlaklı, erdemli bir yaşama yönelmeliyiz.

Zihnimizin bu durumu, uykuya geçiş öncesinde uyku haline hemen etki eder. Bundan dolayı, her gece kendi kendimizi imtihandan geçirme pratiğini yapmamız tavsiye edilir. Bizim güdülerimiz, yöntemlerimiz, alışkanlıklarımız, gün boyunca başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler; hepsi de gözden geçirilmelidir. Herhangi bir kutsal metinden bir mısra tekrarlamak, kadim öğretilerden birkaç satır hatırlamak, zihni yatıştırmak ve bilinci Manas'a yükseltmek açısından yararlı olabilmektedir.

Rüyalar, gelişmemizde önemli bir rol oynarlar. Dolayısıyla, onların taşıdıkları mesajların anlamını çıkarmayı öğrenmek bizim gelişimimiz için gereklidir. Bu gece vizyonları, bilgeliği bir depoda toplamak gibidir. Uyanık durumdayken yanlış yapmamıza engel olan vicdanımızın sesi, bizim yüksek doğamızla bağlantı halindedir. Uyku sırasında ise, yüksek doğamızla daha fazla bağımız vardır. Bizler, bu gece vizyonlarından ruhsal gelişmemize destek olacak biçimde yararlanmayı öğrenmeliyiz.


Uphadi: Gölge ve şekil oyunu, evrensel doku.
Jagrat: Uyanık olduğumuzdaki şuur hali.
Swapna: Rüya gördüğümüz sıradaki şuur hali.
Sushupti: Kendini unutucak kadar derin uyku hali.
Turiya: Spiritüel şuurun en yüksek hali.
Atma-Buddhi: Aydınlanmış şuur.
Manas: Saf zihin, arzulara, dünyevi olana zincirlenmemiş zihin, zeka, insandaki ‘üst ben’şuurunun merkezi.