Doğu Bilgeliği'nin en önemli kaynaklarından biri olan Bhagavad Gita'da üzerinde tefekkür edilmesi gereken önemli bölümlerden biri de şudur :
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Kişi vazifesini fark edip, varoluş ödevini gerçekleştirmeye odaklandığında gerçekten yaşar.
Sana ait ödevlerin, sorumlulukların diğer kişiler tarafından yaşanmak ve onlara vazife olmak durumunda değildir. O ödev, vazife bilinci senin içindir, çünkü sen bilinçli olarak seçim yaptın, tercih ettin, yaşadın, tekamülün için gerekli bu deneyimlerin içinden geçiyorsun.
Yaşamdaki vazifeni idrak edebiliyorsan, bunu çevrene iyi kalbinle, erdemli örneğinle, eylemlerinle, özü sözü bir olmanla, düşüncede, sözde, davranışlardaki doğruluğunla, yaratıcı enerjinle aktarmalısın.
Eleştiren, yargılayan, bölen, ayrımcılığa katılma tuzağına düşmeden...Birliği koruyarak.
Doğruların, erdemlerin, canlı ve somut bir örneği olmaya enerjini vererek yaşamalısın.
Bilgin, tecrüben artınca fark ettiklerinle başkalarının neden öyle yaptığına, neyi yapamadıklarına yönelmeden, yargılamadan...Aksine nasıl yapılabileceğinin somut ve canlı birer kanıtı olarak. Lafta kalmadan...Bunları düşünmekle teoride kalmadan... Pratik ve uygulama ile kendini ve çevreni dönüştürmelisin.
Kadim zamanlardan beri aktarılan öğretileri, bilgeliğin kutsal kitaplarında yaşamış canlı örneklerin tecrübelerinden aktarılanları okumalı ve okumakla yetinmemelisin.
İdeaların latif planlarında asılı olan zamansız kütüphanelerdeki bu reçeteleri, imgelemin, yaratıcı gücünle, iradenle yaşama geçirmeli,böylece onlara can vermelisin.
Dünyanın sözlere karnı tok...Bilgi tek başına dünyayı iyileştirmeye, acıları azaltmaya yetmiyor. Bir bilgenin söylediği gibi "mürekkep yalamak yetmiyor".
Acı cehaletten doğar.
Cehalet (avidya) eğitimle aşılabilir, ancak kör cehalet (angyana) bildiğini zannetmek, ışığı perdelemeye ve alt benin gölgesinde yaşamaya benzer, büyük zararlara yol açar, bencilleştirir, ayrıştırır, habisleşir.
Kör cehalet, insanın açlığının neden kaynaklandığını bilmemesidir ve büyüyen açlığı ile acıları zincirleme reaksiyona sokmasına neden olur.
Açlık geçici olana duyulan arzulardan kaynaklanır ve asla tatmin olmaz, beslersin, “daha” der.
Siddharta Gautama Buda öğretilerinde insanı yeni acılara sürükleyen, karmik zincirler yaratan üç tür açlıktan bahseder: 1) Haz açlığı, 2) Sahip olma açlığı 3) Yaşama açlığı
İnsan ruhunun açlığı bilgiyle giderilmez. İçselleşmeyen bilgi yeniden acıktırır, yeni hazlar yaratır, daha çok tükettirir, madde mağarasına zincirler.
Bilgi içselleşmediğinde, düşüncelerin labirentlerinde kaybolabilirsin, aynalı odada (kamamanas=arzuların zihni, somut zihin) parçalanır, yanılsamalı görüntüler, sanılar, kanılar yaratır, böler, ayrılır, kalbe ulaşmaz, kalbe ulaşmayan bilgi de ruha dokunmaz. Bilinç, farkındalık, idrak yaratmaz. Unutuverirsin...ve yeniden acıkırsın, her seferinde açlığın daha da büyür...
Tüm BİLgiler ve tüm BİLimler, BİLinç yaratmak için araçlardır..
Kökenleri bile aynıdır. "BİL" .... Kendini BİLmen için.
Cehaletini fark etmen, bildiğini zannetmelerini, kanılarını bırakman için,
Bilgilerden bilinç çıkarmak için, bilincini ruhuna çıkarman için..
Ruhundaki Ebedi Sandık'ta gizli, uyuyan bilgeliğinin uyanması için...
"Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka birşey değildir", der Platon.
Bilgileri tüketmekten, israf etmekten vazgeçelim, hazmedelim, içselleştirelim. Yediğimiz gıdaların bedenimizde yaptığı gibi bilgiyi yaşayarak yaratıcı enerjiye dönüştürelim.
Bilgi, geçici ve sonlu bir araçtır ve sadece bilinç basamaklarında tırmanman için enerji kaynağıdır. Tüm bilgiler, Doğa'ya işlenmiştir, sonra üzeri sırlanmıştır... Aynaların içinden harikalar dünyasına geçmenin sırrı bunu anlatır.
H.P.Blavatsky’nin söylediği gibi, “Dünyadaki tüm kitaplar yakılsa bile, tüm bilgiler doğaya bakılarak tekrar yazılabilir.“
Doğanın ardındaki yasaları merak eden kitaplarla yetinmez, Hikmet Kitab'ını okur, OKUnanlar ruhuna dokunur...
Bilgileri toplamakla yetinmeyelim, bilgi hamalı olmayalım, özünü toplayarak simyacı arılar gibi altın renkli, şifalı bala dönüştürelim. Okuyorsak, öğreniyorsak, kitaplar, güzel sözler yazıyorsak yazdıklarımızı önce yaşayanlar, sonra da aktaranlar olalım.
Çünkü insan gerçekten deneyimlediği şeyi kalpten aktarabilir ve diğerlerine faydalı olabilir. Bu aktarım ruhtan gelen Öz'e dair hakikatli deneyimlerdir, asla unutmayacağımız dersler alarak öğrendiklerimizdir, ruhumuza kazınmış değerli tecrübelerdir.
Yaşadığımız çağda insanlığın en büyük imtihanlarından biri bilginin ve düşünce gücünün nasıl kullanıldığında, bilgisizlikte değil.
Bilgi tehlikelerle dolu bir araç halini almışken, zihinleri körleştirip, duyguları felç etmekteyken, bilgiyi nasıl kullandığına ve onunla ne yarattığına çok dikkat etmeli.
Tarih boyunca bilgiyi bilgelikle kullanmayanların insanlığa verdiği zarar, bilmeyenlerin hatalarından çok çok daha büyük oldu ve her ortaçağda tekerrür eden kör cehalet teknolojiyi de kullanarak çığ gibi büyüyen acılar yaratıyor.
Bilgiyi farkındalıkla, bilinçle, iyi amaçlarla, bilgelik patikasını inşa etmek için, herkesin iyiliği için kullanalım. Bilginin tehlikelerine karşı uyanık olalım.
Bilginin doğası ateşe benzer, düşük bilinçle kullanıldığında egonun elinde yakıcıdır, arzuların zihni bölücü ve yıkıcıdır. Bilgi, sevgiyle, yüksek bilinçle, evrensellik ilkeleriyle, bütünün yararına ve birlik için kullanılmalıdır.
Bilgilerimizi paylaşmak çok iyidir, ama bilginin nasıl ve ne için kullanılacağını doğru ve herkese faydalı şekilde aktarmak daha yararlıdır.
Bilgi tüketimi ile, artan bilgi bolluğuna bir katkı daha mı yapmayı arıyoruz, yoksa bilgilerin nasıl yaşama geçirilebileceğini önce kendimiz uyguluyor ve aktarıyor muyuz ? Bilginin nihai amacı olan bilgeliğe sadık ve layık oluyor muyuz ?
Bilmediğini bilirsen, bilmediklerine yönelirsin...Hangi bilgilerle daha iyi bir insanı, daha iyi bir dünyayı inşa edebileceğimizin farkına varalım. Aklı salim, sağduyulu, basiretli olalım.
Sade, net, açık, sağlam ve doğru fikirlere sahip olalım.
Bilmediğimizi değil, bilgiyi insanın tekamülünde ve daha iyi bir gelecek için nasıl doğru kullanılacağını ve akl-ı selimi geliştirmemiz gerektiğini fark edelim.
Zihinsel plan yaradılışımızdaki diğer araçlarımızdan (beden, enerji, duygular) daha sutil, latif olduğundan, zihne hakim olunması zordur. Düşünce gücü, fikirler, bilgiler, niyetler madde planından daha yüksek frekansta titreştiklerinden yönetilmeleri, doğru kullanımı fiziksel bir aracı doğru kullanmayı öğrenmekten çok daha zordur.
Zihnin özdenetimi konusu bu nedenle insanın tekamülünü esas alan tüm kadim öğretilerin odak noktasında yer alır. Bilincin yükseltilmesi, doğru dikkat ve farkındalığın geliştirilmesi, uyanıklığın muhafazası, doğru konsantrasyon, meditasyon gibi uygulamaların sürekli yapılmasının amacı bir süreliğine rahatlamak, hoş hisler yaşamak değil, zihnin arzulardan arındırılması, gerçek doğasının keşfedilmesi ve aklın mertebelerinde yetkinleşmek içindir.
Çünkü insanlık Kova Çağı'ndaki bu düşüş döngüsünde zihinsel aracını doğru şekilde nasıl kullanacağını öğrenme tecrübesini yapmaktadır. Zihinle, bilgiyle acılarını da yaratabileceği gibi, kurak çölleri bereketli topraklara dönüştürebilme kapasitesini de barındırmaktadır.
Geçişi daha az acılar, kederler yaşayarak yapabilmek için ihtiyacı ise, zihne doğru yönü verecek ortak bir insanlık ideali, yüksek ve anlamlı bir yaşam amacı, bilincine yol gösterecek kadim öğretiler ve bilgilerini basamaklı yola dönüştürecek bilgelik sevgisidir.
Felsefe, bilmek değildir, bilgelik aşkıdır...Malzemesi bilgidir, onu tutuşturup, yakıp ışığa dönüştüren Hikmet ise Aşk'tadır. Kökeni göklerde olan Aşkta...
Bilgelik Sevgisi bilgiye sadakat, Hakikat arayışına bağlılık göstermeye yönelten yüksek bir içsel duygudur, aklı ve kalbi BİRleştirir.
Hakikat Aşıklar'ı bilgiyle, öğrenmekle yetinmez, enerjisiyle yayılan, aktaran, herşeye ışık ve can veren Güneş gibi yaşar... Gökte olan aşkından dolayı yerdeki her AN'ına ışık koyar.
Kendi ruhuna, diğerlerinin ölümsüz ruhlarına, zamansız öğretilerin ruhuna dokunur.
Bilgiyi bilgeliğe dönüştürmek için ödevini yaparken sürdürdüğü yaşamı da, ölümü de soylu olur, kendisinden sonraki yaşamlarda yankılanır.
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Sevgilerimle
Uğur Başak Arpacıoğlu
25.12.2016, Kadıköy, İstanbul
ETİMOLOJİK KAYNAKLAR:
Bilmek – lat. scire, sciens - know
Bilim – lat.scientia - science (knowledge)
Bilinç – lat. conscire, consciens, conscientia - conscience ( with knowledge)
Consciousness; thinking; awareness, especially self-awareness.
BİLİNÇ (ingilizce) : Conscience , From Old French conscience < Latin conscientia (“knowledge within oneself”) < consciens, present participle of conscire (“to know, to be conscious (of wrong)”) < com- (“together”) + scire (“to know”)
BİLİM : Science, From Old French science, from Latin scientia (“knowledge”), from sciens, the present participle stem of scire ("to know")
-SOPHY
suffix meaning "knowledge," from O.Fr. -sophie, from L. -sophia, from Gk. -sophia, from sophia "skill, wisdom, knowledge," of unknown origin.
PHILOSOPHY
c.1300, from O.Fr. filosofie (12c.), from L. philosophia, from Gk. philosophia "love of knowledge, wisdom," from philo- "loving" (see philo-) + sophia "knowledge, wisdom," fromsophis "wise, learned;" of unknown origin.
Nec quicquam aliud est philosophia, si interpretari velis, praeter studium sapientiae; sapientia autem est rerum divinarum et humanarum causarumque quibus eae res continentur scientia. [Cicero, "De Officiis"]
İLGİLİ DİĞER YAZILAR :
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2014/02/bilimler-yetmiyor-dunyay-iyi.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2013/03/bir-erdem-olarak-arastirmak.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2016/06/altin-basamaklar.html
Kendini tanıma yolculuğunda bir seyir defteri . . . Be flex Life in flux . . . As above so below . . . So be Love ! . . . "Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir , hepsi birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler." Hermes Trimegistus
#tekamül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#tekamül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Aralık 2016 Pazar
Bilginin tehlikeleri
Etiketler:
#arjuna,
#ateş #bilgelikaşki,
#bahgavadgita,
#bilgelik,
#bilgi,
#farkındalık,
#felsefe,
#kendinitani,
#ozgurirade,
#secimler,
#taichi,
#tasavvuf,
#tekamül,
#yoga,
#zihin
29 Eylül 2016 Perşembe
Kıymet Kalıplarda Değil Tesirlerdedir - Dr. Bedri Ruhselman
Sevgilisini kaybetmiş bir insanın karşısına, her noktasında o kaybettiği varlığa benzeyen mermerden bir heykelini yapıp koysanız, bununla o insanın ıstırabını teskin edebilir misiniz? Elbette hayır.
Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.
Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.
Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.
İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.
Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.
Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.
İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.
Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.
Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.
Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.
Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.
Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.
Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...
Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.
Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.
Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.
Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...
Dr. Bedri Ruhselman
Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.
Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.
Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.
İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.
Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.
Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.
İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.
Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.
Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.
Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.
Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.
Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.
Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...
Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.
Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.
Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.
Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...
Dr. Bedri Ruhselman
1 Ekim 2015 Perşembe
Sevginin yeni dilini keşfetmeli...
Geçiş hallerindeki bir dünyasal zamandayız...
Kaosun arttığı, net görüşün azaldığı, her şeyin hızlıca belirip aniden kaybolduğu, zamanın sular seller gibi daha hızlı aktığı, nehrin iki yakasını birleştirmenin geriliminin arttığı bir dönemde yaşıyoruz.
Her planda açlık artıyor. Fiziksel, enerjetik, duygusal, düşünsel yoksunluk var, düşkünlük var.
Açlık nedeniyle bulduğumuzu koparıp alma içgüdülerine kapılabiliyoruz, neyi içimize aldığımızı fazla sorgulamadan, içimize aldığımızı sindirip kendimize katmadan tüketiyoruz...
Teknolojik imkanlar ile sürekli iletişiyoruz, iletişimsizlikten yakınıyoruz, yalnızlık çekiyoruz...
Bilgi bolluğu içindeyiz, okunacak çok şey arasında kayboluyoruz, bilgileri hayata geçirmekte zorlanıyoruz. Nasıl düşüneceğimizi, ne hissedeceğimizi belirlemekte, seçimler yapmakta zorlanıyoruz.
Enerjimizdeki değişimleri hissediyoruz, kendimizin ve bütünün yararına nasıl kullanacağımızı kestiremiyoruz. Binlerce yıldır insanlığa benzer durumlarda yol göstermiş kadim öğretilerle ve onları takip eden örneklerle doğru kavuşmalar yaşayana dek farklı türde bedeller ödüyoruz.
Fiziksel yaşantımız için gereksinimlerimizden fazlası bin bir çeşitlilikte bize satılmaya çalışılıyor, üretmekten, yaratıcılığımızı kullanmaktan vazgeçip, konformizm ve materyalizmin tüketim ağına düşüveriyoruz.
Değerlerin alt-üst olduğu, madde ve ruh arasında gel-gitler yaşamaktan yorulduğumuz, anlamsızlığa, tatminsizliğe düştüğümüz hallerin içinden geçiyoruz...
Aklımıza, duygularımıza, enerjimize mukayyet olmanın zorlandığı şartlar içinde, bizi doğrultacak doğru bilgilerle ve bunları paylaşabileceğimiz doğru ve iyi insanlarla karşılaşmanın "şanslı tesadüfler"e bağlı olduğu, yaşamı sürdürme mücadelesi verirken, erdemli ve ahlaklı olmakta, farkındalığımızı yüksek tutmakta zorlandığımız dönemlerdeyiz...
Bir çember düşünün, merkezi özünüz, ruhunuz, kalbiniz...
Çemberin içi siz, beninizin halleri, düşünceleriniz, duygularınız ve iç hayatınız...Çemberin dışı da dış hayatınız. Dışarıdaki güçlerin çağrılarına, kışkırtmalarına kapılıp merkezimizden uzaklaştığımızda o etkilerin çekimine kapılıyoruz, merkezkaç kuvvetinin etkisi artıyor. Kendimizi gerçekleştirdiğimiz bir hayat sürmeye zorlanıyoruz, kendi düşüncelerimizin, kalbimizin, ruhumuzun merkezinde kalamıyoruz.
Kendimizin ve diğerlerinin yaşam çemberlerinin, merkezlerindeki noktalardan yukarıya uzanan iplerle birbirine örülü bir sicim gibi, ruhlarımızdan birbirine bağlı olduğumuzu ve daha üst kaynaklardan aşağı indiğimizi unutuveriyoruz.
Bu dünyada doğru yaşamanın sırlarından biri, iç ve dış hayatın, maddesel ben ile tinsel benin dengesini kurmak, çemberin üzerinde devinen bir tekerlek gibi sürekli hareket halinde, ama dengede kalmak. Döngüsel zamanların, tarihsel olayların içinde deneyimler yaparken, yaşamı hareketteki bilgelik ile sürdürebilmek için, artan merkezkaç kuvvetlerini dengeleyen iç güçlerimizi de geliştirmekten başka çözüm yok.
Varoluşumuzun gerçek nedeni olan merkeze ağırlık verdiğimizde, yukarı doğru çapı gittikçe daralan bir spiral yolu takip ederek aynı dünyanın içinde yüksek bir şuur ve farklı bir realite ile ruhsal tekamülümüz için, diğerleri ile uyumlu bir birlikte yaşam içinde yaşayabiliriz. Basamakları tırmanmak, bilincin uyanışı, aydınlanma, yükseliş, iç rönesans... bunu anlatan diğer kavramlardan bazıları.
İşte bu nedenle;
İçsel yaşamı geliştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Kendimizi tanımaya, insan olmanın değerini anlamaya, yaşamın anlamını öğrenmeye...
Hayata geçirebileceğimiz, yaşama yön veren sade ve net fikirlere,
Sahip olmaya değil, var olmaya,
Güç ve enerji kaynaklarını dışarıda aramak ve onlara bağımlı olmak yerine, içimizdeki doğal güçleri aktive etmeye ihtiyacımız var.
İçten başlayan, kendimizle, özümüzle, çevremizdekilerle, doğa ile, dünya ile, evren ile belki de daha önce fark etmediğimiz kadar yeni iletişim şekilleri geliştirmeyi öğrenmeliyiz.
Öyle bir diyalog ki, hiç olmadığı kadar içten, kalpten, samimi, doğru, adil, iyi, faydalı, sade, açık ve net...yargısız, koşulsuz...
Öyle bir diyalog ki, ikili aklın yürüyüşündeki (dia-logos) adımlara takılmadan, (tez-antitez), içindeki ikilikleri birleştirip (sentez) üçüncü noktaya yükselten, doğru düşünce ile doğru davranışı birleştirmiş, Hakikat'e yönelmiş,
İçini dışına çıkardığın, yüzünü Öz'üne, merkezine çevirdiğin...
Öyle bir diyalog ki, aklının sesi ile kalbin nefesini birleştirmiş...
Öyle bir diyalog ki, kalabalık ve boş söz ve akıl oyunlarının ötesinde, duru, tamamlayan, ruhuna şifa veren...
Bir gece yürüyüşümde, iç diyalog hallerindeyken düşüvermişti zihnime:
Dünyalık tanımlara sığmayan ve bu dünyada yaşanabilen başka türlü bir sevgiyi ve onun yeni dilini keşfetmeliyiz...Evrensel ve ezoterik sevginin...dillendirmeli...bedenlendirmeliyiz...özden sözlere akan, davranışlara yansıyan, eylemlerle onurlandırılan...İçsel ve tinsel farkındalıkla yaşanan...
Nedenleri anlamak için bilgi, öğretilere uygun doğru yaşam için istek ve sevgi...
Bilmeyi sevmek ve sevmeyi bilmek.
Bunları birleştirecek anahtar kendimizde.
Öyle bir bilgi ve öyle bir sevgi ki, ilim demişler ona, Hikmet...Hakikat'e yol açan
Doğru olan, yükseğe taşıyan, bilmekten geçip olmaya götüren,
İnsanın görüşünü, duyumsayışını değiştiren, bakışını, gülümseyişini aydınlatan...
Aklımız ile kalbimizi, bilgi ile sevgiyi harmanlayacak bir iç diyalog, kendini bilme ilmi.
Büyük inisiye filozof Platon diyaloğu ikili aklın yürüyüşü olarak tanımlamıştır. Bir başkasından önce insanın kendisiyle iç konuşmasıdır. Arzuların peşindeki dünyevi akıl (kamamanas) ile tinsel varlığına bağlı sezgisel aklı (manas), maddesel ben ile üst benin konuşmasıdır. İnsanın kendi iç Hocası ile yaptığı diyalog içinden geçilirken farkındalık gelişir. Aslında ruhun bildiği ama bizim unuttuğumuz bilgiler yeniden hatırlanır. Sokrates'in kullandığı mayeutik (doğurtma) yöntemidir. İnsanın kendi ebeliğini yapmasına, iç doğumunu gerçekleştirmesine yarar.
Kendi içimizde bu yöntemi uygulayabilmemiz için önce "Kendimizi tanımalı, iç Hocamızı bulmalı, dışarıya kulak vermekten duymadığımız iç konuşmacı Sessizliğin Sesi'ne kulak vermeyi öğrenmeliyiz. İç yürüyüşümüzü yoldan ayrılmadan sürdürebilmek, karanlık labirentimizde kaybolmamak, nefsin tuzaklarına düşmemek için, aklımızı kadim öğretilerin sunduğu doğru bilgiler ile doğrultmalı, ayırt etme (vivekha) erdemini geliştirmeli, kalbimizi arı ve sevgiye layık mertebede tutmalıyız.
Bize ayna tutacak diğer canlarla, ruhsal kardeşlerle birlikte olmaya da ihtiyacımız var. Tecrübelerimizi, niyetlerimizi, umutlarımızı, ışığımızı, kalplerimizi birleştirmek için... Yeni tohumların emin ellerde gelişmesi ve yeni doğumlar için, sevgi ile sarmalanmış, erdemler ile korunan bir ruhsal ortama...
"Işık ver, karanlık kendiliğinden dağılır" der bir filozof.
Vermek için kendimizi bulmak, cevheri ortaya çıkarmak lazım,
Aldıklarını kendine katıp ışığa dönüştürmek lazım,
Verilen tüm nimetlere şükredip, aldıklarına layık olmak için verme dengesini kurmak lazım, Diğerlerinin düştüğünü gördüğünde, onlara duyduğun koşulsuz aşkla, gönülden hizmet etmek lazım..
Mevlana der ki:"Sevgini vermesini öğren. Çünkü gönlün anlasın ki hepsine yer varmış. Sevgisiz insandan dünya, unutma ki korkarmış."
Kendimizi sevmenin, diğerlerini sevmenin yeni dilini öğrenmeliyiz...
Sevginin yeni dilini keşfedelim, Işık dilini öğrenelim,
Dile getirmek istediklerimizi, kafamızdan değil, kalbimizden çıkartalım.
Sözlerin, gözlerin ötesindeki özlere dokunalım,
Enerjimizi sevgiyle ve sevgiye dönüştürelim.
Kaosun arttığı, net görüşün azaldığı, her şeyin hızlıca belirip aniden kaybolduğu, zamanın sular seller gibi daha hızlı aktığı, nehrin iki yakasını birleştirmenin geriliminin arttığı bir dönemde yaşıyoruz.
Her planda açlık artıyor. Fiziksel, enerjetik, duygusal, düşünsel yoksunluk var, düşkünlük var.
Açlık nedeniyle bulduğumuzu koparıp alma içgüdülerine kapılabiliyoruz, neyi içimize aldığımızı fazla sorgulamadan, içimize aldığımızı sindirip kendimize katmadan tüketiyoruz...
Teknolojik imkanlar ile sürekli iletişiyoruz, iletişimsizlikten yakınıyoruz, yalnızlık çekiyoruz...
Bilgi bolluğu içindeyiz, okunacak çok şey arasında kayboluyoruz, bilgileri hayata geçirmekte zorlanıyoruz. Nasıl düşüneceğimizi, ne hissedeceğimizi belirlemekte, seçimler yapmakta zorlanıyoruz.
Enerjimizdeki değişimleri hissediyoruz, kendimizin ve bütünün yararına nasıl kullanacağımızı kestiremiyoruz. Binlerce yıldır insanlığa benzer durumlarda yol göstermiş kadim öğretilerle ve onları takip eden örneklerle doğru kavuşmalar yaşayana dek farklı türde bedeller ödüyoruz.
Fiziksel yaşantımız için gereksinimlerimizden fazlası bin bir çeşitlilikte bize satılmaya çalışılıyor, üretmekten, yaratıcılığımızı kullanmaktan vazgeçip, konformizm ve materyalizmin tüketim ağına düşüveriyoruz.
Değerlerin alt-üst olduğu, madde ve ruh arasında gel-gitler yaşamaktan yorulduğumuz, anlamsızlığa, tatminsizliğe düştüğümüz hallerin içinden geçiyoruz...
Aklımıza, duygularımıza, enerjimize mukayyet olmanın zorlandığı şartlar içinde, bizi doğrultacak doğru bilgilerle ve bunları paylaşabileceğimiz doğru ve iyi insanlarla karşılaşmanın "şanslı tesadüfler"e bağlı olduğu, yaşamı sürdürme mücadelesi verirken, erdemli ve ahlaklı olmakta, farkındalığımızı yüksek tutmakta zorlandığımız dönemlerdeyiz...
Bir çember düşünün, merkezi özünüz, ruhunuz, kalbiniz...
Çemberin içi siz, beninizin halleri, düşünceleriniz, duygularınız ve iç hayatınız...Çemberin dışı da dış hayatınız. Dışarıdaki güçlerin çağrılarına, kışkırtmalarına kapılıp merkezimizden uzaklaştığımızda o etkilerin çekimine kapılıyoruz, merkezkaç kuvvetinin etkisi artıyor. Kendimizi gerçekleştirdiğimiz bir hayat sürmeye zorlanıyoruz, kendi düşüncelerimizin, kalbimizin, ruhumuzun merkezinde kalamıyoruz.
Kendimizin ve diğerlerinin yaşam çemberlerinin, merkezlerindeki noktalardan yukarıya uzanan iplerle birbirine örülü bir sicim gibi, ruhlarımızdan birbirine bağlı olduğumuzu ve daha üst kaynaklardan aşağı indiğimizi unutuveriyoruz.
Bu dünyada doğru yaşamanın sırlarından biri, iç ve dış hayatın, maddesel ben ile tinsel benin dengesini kurmak, çemberin üzerinde devinen bir tekerlek gibi sürekli hareket halinde, ama dengede kalmak. Döngüsel zamanların, tarihsel olayların içinde deneyimler yaparken, yaşamı hareketteki bilgelik ile sürdürebilmek için, artan merkezkaç kuvvetlerini dengeleyen iç güçlerimizi de geliştirmekten başka çözüm yok.
Varoluşumuzun gerçek nedeni olan merkeze ağırlık verdiğimizde, yukarı doğru çapı gittikçe daralan bir spiral yolu takip ederek aynı dünyanın içinde yüksek bir şuur ve farklı bir realite ile ruhsal tekamülümüz için, diğerleri ile uyumlu bir birlikte yaşam içinde yaşayabiliriz. Basamakları tırmanmak, bilincin uyanışı, aydınlanma, yükseliş, iç rönesans... bunu anlatan diğer kavramlardan bazıları.
İşte bu nedenle;
İçsel yaşamı geliştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Kendimizi tanımaya, insan olmanın değerini anlamaya, yaşamın anlamını öğrenmeye...
Hayata geçirebileceğimiz, yaşama yön veren sade ve net fikirlere,
Sahip olmaya değil, var olmaya,
Güç ve enerji kaynaklarını dışarıda aramak ve onlara bağımlı olmak yerine, içimizdeki doğal güçleri aktive etmeye ihtiyacımız var.
İçten başlayan, kendimizle, özümüzle, çevremizdekilerle, doğa ile, dünya ile, evren ile belki de daha önce fark etmediğimiz kadar yeni iletişim şekilleri geliştirmeyi öğrenmeliyiz.
Öyle bir diyalog ki, hiç olmadığı kadar içten, kalpten, samimi, doğru, adil, iyi, faydalı, sade, açık ve net...yargısız, koşulsuz...
Öyle bir diyalog ki, ikili aklın yürüyüşündeki (dia-logos) adımlara takılmadan, (tez-antitez), içindeki ikilikleri birleştirip (sentez) üçüncü noktaya yükselten, doğru düşünce ile doğru davranışı birleştirmiş, Hakikat'e yönelmiş,
İçini dışına çıkardığın, yüzünü Öz'üne, merkezine çevirdiğin...
Öyle bir diyalog ki, aklının sesi ile kalbin nefesini birleştirmiş...
Öyle bir diyalog ki, kalabalık ve boş söz ve akıl oyunlarının ötesinde, duru, tamamlayan, ruhuna şifa veren...
Bir gece yürüyüşümde, iç diyalog hallerindeyken düşüvermişti zihnime:
"Olan bitenin içinde yaşarken daralmak, sıkılmak
normal...ancak bunlar bizim duyumsamalarımıza verdiğimiz tanımlar... Olanların
bizi götüreceği yol değil ve geçici...Bunu fark edince, bu hallere düşünce ne
yapmamız gerektiğini sordum iç sesime...
Gelen cevap şuydu:
"Yaşadığınız ve sevgi
zannettiginiz sevgi şekillerinden daha farklı, tanımsız, şekilsiz kutsal bir
sevgiye yürüyün...Sizlerin tekamülü için tüm bu olanlar,
yaşadıklarınız..."
Dünyalık tanımlara sığmayan ve bu dünyada yaşanabilen başka türlü bir sevgiyi ve onun yeni dilini keşfetmeliyiz...Evrensel ve ezoterik sevginin...dillendirmeli...bedenlendirmeliyiz...özden sözlere akan, davranışlara yansıyan, eylemlerle onurlandırılan...İçsel ve tinsel farkındalıkla yaşanan...
Yeni insanın tohumlarını taşıyanları gebe bırakan...yeni doğuma hazırlayan.
Sevgi birleştirir...Sevginin dili, dini, ırkı, cinsiyeti, ayrımları yoktur.
Sevginin, aşkın tanımı yoktur ki...yaşarsın...akarsın...çoğalırsın...
Tanımlamaya çalışırsan, mukayese edersen, bölersin, ayrıştırırsın...Sevginin amacına karşı düşersin...
Şartlar, koşullar koyarsan, sevgiyi hem uzaklaştırırsın kendinden, hem de sevginin dilencisi olursun.
Sevgiyi dilinden düşürmemen, onu yaşadığın anlamına gelmez...
Titreşimin, bilincin düşükse, o planda, o düzeyde yaşarsın sevgiyi, artık "sevgi" değildir zaten, bağımlılığa dönüşür...sonra da bağımlılıktan sıkılır, özgürlüğünü kaybettiğini hissederek sevgiye küsersin, bazen diğerlerini incitirsin, incindim dersin, aslında hep kendini ve kalbini incitirsin...
"Kalbim kırıldı" dersin, doğrudur, Birlikten gayrı düştüğün için kalbin sana dargındır.
Sevginin yeri kalp makamıdır, bilir misin ?
Kalbin dilini bilir misin ? Kalp nasıl konuşur dinledin mi hiç ?
Hiç durmadan atar...yaşamın için kalbine minnet duyarsın...
Ritim verir, yaşamını sürdürmen için gerekli ölçüyü, düzeni bildiren bir metronom gibi...
Kalp atışını ne sağlar düşündün mü hiç ?
Sen yapmazsın, kendiliğinden çalışır, kontrol etmezsin, edemezsin...
Kalbinin ritmindeki ufak bir değişiklikte zayıflığını ve içinde varolan senden daha yüce güçlerin varlığını idrak ediverirsin. Çemberin merkezindeki noktanın yukarıda bağlı olduğu güçlerden akan enerjiyi hissedersin. Evrende ve çevrende hareket eden, yaşayan her şeyin nabzında atan, senin kalbinde de yerleşmiş bir iç motor vardır...Ana rahmine düştüğünde beyninden önce gelişen, sevgi ile atan kalbindir...Seni kendi ruhuna ve dairenin merkezindeki noktayı üst halkalara bağlayan.
Sevgi, çok yüksek bir enerjidir, gökseldir, maddesel oluşumlara can verir, içlerini doldurur ama onların içine sığmaz...
Sevginin yeri kalp makamıdır, ruhsallığında gizlidir insanın.
Ölümsüz ruhunun takip etttiği o ışıklı yolun içinde, oradan kalbine akıveren ışk, adına aşk dediğimizdir belki de...
Yolda olmak, yolculuğu sürdürebilmek için, kökenlere, birliğe geri dönebilmek için bizi kaynağa çeken, yükselten, büyük bir enerji, büyük bir güç...Coşku veren, her hücrende duyumsadığın yaşama isteğinin kaynağı olan....
Hücrenin içindeki çekirdeğin çevresini kaplayan, yaşamı besleyen enerji sıvısı "protoplazma"ya benzer sevgi... Evrende galaksilerin doğduğu uzay sıvıları gibi, yumurtanın beyazı gibi...
İnsanın da çekirdeğini besler sevgi... Özleri buluşturur.
Hücre kelimesi için botanikte kullanılan eşsiz bir kelime var: "Göze"
Halk dilinde bir diğer anlamı da, suyun çıktığı yer, kaynak...
"Her gözemizde özümüz saklı."
Sevginin şifalı suları ile büyüyecek, yeni insan doğmayı bekliyor içimizden.
İçimizden başlayan bir uzlaşma, içten bir kucaklaşma, birleşme gerek bize.
Bilgi ve sevgi harmanı ...Nedenleri anlamak için bilgi, öğretilere uygun doğru yaşam için istek ve sevgi...
Bilmeyi sevmek ve sevmeyi bilmek.
Bunları birleştirecek anahtar kendimizde.
Öyle bir bilgi ve öyle bir sevgi ki, ilim demişler ona, Hikmet...Hakikat'e yol açan
Doğru olan, yükseğe taşıyan, bilmekten geçip olmaya götüren,
İnsanın görüşünü, duyumsayışını değiştiren, bakışını, gülümseyişini aydınlatan...
Aklımız ile kalbimizi, bilgi ile sevgiyi harmanlayacak bir iç diyalog, kendini bilme ilmi.
Büyük inisiye filozof Platon diyaloğu ikili aklın yürüyüşü olarak tanımlamıştır. Bir başkasından önce insanın kendisiyle iç konuşmasıdır. Arzuların peşindeki dünyevi akıl (kamamanas) ile tinsel varlığına bağlı sezgisel aklı (manas), maddesel ben ile üst benin konuşmasıdır. İnsanın kendi iç Hocası ile yaptığı diyalog içinden geçilirken farkındalık gelişir. Aslında ruhun bildiği ama bizim unuttuğumuz bilgiler yeniden hatırlanır. Sokrates'in kullandığı mayeutik (doğurtma) yöntemidir. İnsanın kendi ebeliğini yapmasına, iç doğumunu gerçekleştirmesine yarar.
Kendi içimizde bu yöntemi uygulayabilmemiz için önce "Kendimizi tanımalı, iç Hocamızı bulmalı, dışarıya kulak vermekten duymadığımız iç konuşmacı Sessizliğin Sesi'ne kulak vermeyi öğrenmeliyiz. İç yürüyüşümüzü yoldan ayrılmadan sürdürebilmek, karanlık labirentimizde kaybolmamak, nefsin tuzaklarına düşmemek için, aklımızı kadim öğretilerin sunduğu doğru bilgiler ile doğrultmalı, ayırt etme (vivekha) erdemini geliştirmeli, kalbimizi arı ve sevgiye layık mertebede tutmalıyız.
Bize ayna tutacak diğer canlarla, ruhsal kardeşlerle birlikte olmaya da ihtiyacımız var. Tecrübelerimizi, niyetlerimizi, umutlarımızı, ışığımızı, kalplerimizi birleştirmek için... Yeni tohumların emin ellerde gelişmesi ve yeni doğumlar için, sevgi ile sarmalanmış, erdemler ile korunan bir ruhsal ortama...
"Işık ver, karanlık kendiliğinden dağılır" der bir filozof.
Vermek için kendimizi bulmak, cevheri ortaya çıkarmak lazım,
Aldıklarını kendine katıp ışığa dönüştürmek lazım,
Verilen tüm nimetlere şükredip, aldıklarına layık olmak için verme dengesini kurmak lazım, Diğerlerinin düştüğünü gördüğünde, onlara duyduğun koşulsuz aşkla, gönülden hizmet etmek lazım..
Mevlana der ki:"Sevgini vermesini öğren. Çünkü gönlün anlasın ki hepsine yer varmış. Sevgisiz insandan dünya, unutma ki korkarmış."
Kendimizi sevmenin, diğerlerini sevmenin yeni dilini öğrenmeliyiz...
Sevginin yeni dilini keşfedelim, Işık dilini öğrenelim,
Dile getirmek istediklerimizi, kafamızdan değil, kalbimizden çıkartalım.
Sözlerin, gözlerin ötesindeki özlere dokunalım,
Enerjimizi sevgiyle ve sevgiye dönüştürelim.
"Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha
fazla." İskenderiyeli Hypatia
Uğur Başak Arpacıoğlu, 01.10.2015, Moda
Yaz mevsiminden yaptığım taze hasadı içimden toplarken
sizlerle paylaşmak niyetiyle döküldü bu satırlar. Bildiğimiz dili kullanarak ancak
bu kadar getirebildim kelimelere, kusuruma bakmayın...
Özdemir Asaf'ın söylediği gibi : Tüm dünyayı kucaklamak
istedim, kollarım yetişmedi.
Sevgilerimle
Etiketler:
#ask,
#diyalog,
#farkındalık,
#felsefe,
#ışık,
#insan,
#kadim,
#kosulsuzask,
#merkez,
#Mevlana,
#öğreti,
#öz,
#rönesans,
#ruhsallık,
#sevgi,
#sevgi dili,
#tekamül,
#uyanış,
#yaşamınanlamı,
#yükseliş
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)