8 Haziran 2013 Cumartesi

Kader birliği

Hatırlar mısınız ? 
Bu olaylar başlamadan önce “İstanbul yaşanılacak bir yer olmaktan çıktı, her gün trafik sıkıntısı, geçim derdi, her gün bir koşturmaca, günü yakalama telaşı...” diyen ve belki de imkan olsa başka bir şehre taşınma hayalleri kuran kendi halinde insanlardık.

Şimdi ise tüm o sıkıntıların üzerine çıkan başka bir anlamı var burada olmanın, bu zamanda yaşamanın…Her günü yaşarken ne yaparsak yapalım, nerede olursak olalım, tüm sıkıntılar artmış olsa da hepsinin üzerinde bizi birleştiren bir amacımız var: 

İnsanlığı korumak ve adam gibi adam olmak.

Uyanıyoruz…Her gün bir mücadele veriyoruz var olmak için.
Artık insan olmaya vazifemizi yapar hale geldik.
Tüm acısına rağmen bu tecrübeyi paylaştığımız insanlarla bir kadersel bağ ve kader birliği nedeniyle bir arada bulunduğumuzu hissediyoruz…

“Hayatta hiç bir şey nedensiz değildir.”der Evrensel Yasalar… Kaderimizle örülügelen olayların ve insanların anlamını öğreniyoruz…Burada, bu güzel, cesur ve cömert insanlarla ve bu zam’anda var oluşumuz daha anlamlı artık… Tüm acılara rağmen... 

Yüzlerini hiç tanımadığımız insanların iyi olup olmadıklarını merak ediyoruz, düşüncelerini, duygularını paylaşıyoruz, değer veriyoruz ...Birbirimizi sevmeyi öğreniyoruz...Bizi birleştiren şeylere öncelik vermeyi, birleşmeyi öğreniyoruz…Karşıtlıkları aşmayı…

Tarihe geçecek bir zamana tanıklık ediyoruz...Her an, her gün öğretilerle ve imtihanlarla dolu…

“Ne ekersen onu biçersin”der başka bir Evrensel Yasa…Ne ekersek onu biçeceğiz, ancak ne ekeceğimizi seçmekte özgürüz…Bilinçli, dikkatli, sağduyulu, aklıselim olmalıyız…

Tarihi yazarken tarihin sayfalarını incelemeli, araştırmalı, bilmediklerimizi öğrenmeli, bilgimizi arttırmalıyız… Aklımızı kalbimizle birleştirerek özgür irademizi geleceğin kaderine iyi tohumları ekmek için kullanabiliriz...

Yola çıktık…Şimdi yaşamakta olduklarımızı neden yaşadığımızı anlamak, yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın nedenlerini ve sonuçlarını tartmak, ne yapmak gerektiğini ve nasıl yapacağımızı düşünmenin ve bizden önceki kahramanlar gibi gelecek için çalışmanın zamanıdır...

Olmasını istediğimiz şeyi önce zihnimizde netleştirmeli.
Çünkü  “Evren zihinseldir. Her şey zihinseldir.”

Bflex@lifeinflux, Bostancı, 08.06.2013


“Kaderinle örülegelen şeyleri ve insanları kabul et ve tüm kalbinle sev, senin için bundan daha uygun bir şey olabilir mi ?” Seneca

“Izdırabınız, idrakınızı bürüyen kabuğun çatlayışıdır.” Halil Cibran

“Acı bilincin taşıtıdır.” Buddha

“Geleceğin bir çok ismi vardır; zayıf için ulaşılmaz, korkak için bilinmez, cesur için fırsattır.” Victor Hugo

“Bugünkü hayatınız dünkü düşüncelerinizin eseridir, bugünkü düşünceleriniz yarınki hayatınızı oluşturur. Hayat aklın eseridir.” Dhammapada

“Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.” Kant

"Sadece kalplerimizin derinliklerinde yazılı ahlak yasasına olan saygımız nedeniyle, başka hiç bir şey düşünmeden ve yerine getirilmiş ödevin derin hazzından başka hiç bir mükafat beklemeden vazifemizi yapmalıyız.” Kant

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Uğur Mumcu

“ En büyük savaş cahilliğe karşı yapılan savaştır. Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir, yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir." Mustafa Kemal Atatürk 

7 Haziran 2013 Cuma

Seni böyle uzak, seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi kafamın içinde duymak


Verdiğimiz mücadele özgürlük ise, bir yerlerden dokunur bize Hikmet’in dizeleri…

Senin adını
kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
            ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
                                                   bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
                                                                yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
                                            şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
                      öyle bir dokunuyor ki içime
                                                      yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
        acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
                senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
              onun bu an
                              böyle zayıf
                                       böyle hodbin
                                                 böyle sadece insan
                                                                                oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
                     bana aylardır
                     kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
                                                                bu demirli pencere
                                                                     bu toprak testi
                                                                          bu dört duvardır...
Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
                               acayip fısıltısı
                                            toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
                                                         bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.
Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
                                                                 bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
                                                                kafamın içinde duymak...
 
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
                                              suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
                               yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
                                                     dışarda akşam olur,
                                                     bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
                                                              hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
                                         bittecrübe sabit...

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                  bu kadar mavi
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                  kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

Nazım Hikmet Ran, 1938
BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI

5 Haziran 2013 Çarşamba

Karanlığın Kuvveti


Talip Apaydın'ın 1967 yılında yayınlanan "Karanlığın Kuvveti" adlı kitabında yer alan bir anısı :
Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi... Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. Üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak. 

Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. "Arkadaşlar !" diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. Bugün bayram, dedi. şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. 

Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü, inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır... Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.
-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: "Bayramlarda çalışırız bayramlar için". Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.


Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.-Hepimiz geleceğiz! diye bağırmıştık.
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
-Bayramda çalışırız bayramlar için! 
Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. 

Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı'ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağımız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, -köyü yakın olduğu için izinli ya! - bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:-Bayramda çalışırız bayramlar için!

Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor. O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. 

Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "C K E" yandı... ( Çifteler Köyü Enstitüsü ). O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa var ol" seslerimiz ufukları kapattı. 

Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller, diyordu, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın." Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı. Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta "sağ ool!" diye bağırıyorduk. - Şimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun.
İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz!- Yükselteceğiz! diye bağırdık.-Bayramda çalışırız bayramlar için!-Bayramda çalışırız bayramlar için! İçeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.Birbirimizi tebrik ediyorduk.Unutulmaz bir bayramdı."