8 Aralık 2019 Pazar

KEDİNİN ÖĞRETİSİ

Kılıç sanatında usta olan Shoken’in evine birkaç gündür bir fare dadanmıştı. Mahallenin en iyi kedilerini getirip evi arenaya çevirdiler. Şaşkınlık verici senaryo her zaman aynı şekilde bitiyordu: Avcı kedi farenin saldırılarından ürküp miyavlayarak evden kaçıp gidiyordu.

Durumdan bıkmış usanmış olan üstad bu berbat hayvanı kendi öldürmeye karar verdi. Kılıcını çekip saldırmaya başladı. Ancak yıldırım kadar hızlı olan fare bütün darbelerden kurtuluyordu. Shokan kendini kaybedercesine saldırmaya devam etti. Fare hiç isabet almadı. Ter içinde ve nefes nefese olan üstad çaresiz kalmıştı. Yoksa evinin bir bölümünü bu fareye mi bırakmak zorunda kalacaktı? Bu düşünce onu daha da karamsar kılmaya yetti.

Bir gün memleketin en iyi fare avcısı olan bir kediden bahsedildiğini duydu. Shoken bu kediyi gördüğünde bütün ümidini yitiriverdi. Çünkü hayvan iyice yaşlanmıştı. Kaybedecek bir şeyi olmadığı için farenin dadandığı odaya saldı kediyi. Kedi bir şey hissetmemişçesine yavaşça girdi odaya. Fare onu fark ettiğinde korkudan donup kaldı. Kedi de ona ağır ağır yaklaşıp ensesinden kolayca yakaladı.

O akşam fare avına katılmış bütün kediler Shoken’in evinde toplandılar. Günün kahramanı olan iri kedi şeref minderine oturmuştu. İçlerinden biri söze başladı: “Bizler kasabanın en tecrübeli kedileri olarak tanınırız. Ancak hiçbirimiz sizin yaptığınızı yapamadık. Gücünüz gerçekten sıradışı. Sırrınızı öğrenmek için yanıp tutuşuyoruz.”

Üstad kedi soruyu şöyle yanıtladı:

“Size sanatımın prensiplerini anlatmadan önce sizin neler bildiğinizi ve nasıl çalıştığınızı duymak isterim.”

Siyah kedi kalktı ve konuştu:

“Köklü bir fare avı geleneği olan bir aileden geliyorum. Çocukluğumdan beri bu sanat için yetiştirilmişim. İki metre sıçrayabilir, bir fare deliğine girebilirim. Kısacası her türlü akrobatik harekette uzmanımdır. Bunun yanında birçok hile bilirim. Bu yaşlı fareye yenik düştüğüm için utanç duyuyorum.”

Büyük kedi:

“Siz yalnızca teknik öğrenmişsiniz. “Nasıl saldırmak?” düşüncesine saplanmışsınız. Eski ustalar teknikleri yalnızca işimizi doğru yoldan yapmamız için bulmuşlardır. Bu yol doğal olarak en basit ve etkili olandır. Sanatımızın bütün temel prensiplerini de içerir. Etkili olma arayışı sanatımızın gerçek amacı olamaz. Asıl amaç doğru yolda ilerlemektir. Bu yol ihmal edilirse savaş sanatımız bozulur ve kötülere yarar. Bunu asla unutmayın.”

Tekir kedi öne çıktı:

“Bana göre savaş sanatında en önemli şey Ki, yani enerji ve zihindir. Bu gücü geliştirmek için uzun zaman çalıştım. Çok güçlü bir zihinsel güce sahibim. Bu, göğün ve yerin zihnidir. Ne zaman bir rakibimin karşısına çıksam benim Ki’m onunkine baskın çıkar. Zaferim daha dövüş başlamadan garanti altındadır. Bir fare kiriş üstünde koşarken bile onu yakalayabilirim. Ki enerjimi ona yönlendirmem aşağıya düşmesi için yeterlidir. Ama şu garip fareye sökmedi. Anlamadım bu işi…”

Üstad şöyle açıkladı:

“Ruhsal gücünüzün neredeyse tümünü kullanabiliyorsunuz. Ancak bunun farkında oluşunuz önünüzdeki en büyük engel. Zihin gücünüzü rakibe yönlendirmek çözüm olamaz. Çünkü her zaman bu alanda sizden güçlüsü çıkacaktır. “Zihin gücüm göğün ve yerin zihnidir” diyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Söz konusu olan zihnin kendisi değil, yalnızca gölgesi. Ruhsal enerjiyle beyin gücünü karıştırmayın. Gerçek “zihin” bir nehir misâli akan, bitmez tükenmez bir kaynaktır. Sizinkiyse bazı şartlara bağlı olarak iş görüyor. Bu temel fark elde edilen sonuçların da farklı olmasına yol açıyor. İzi sürülen bir fare her zaman kendisine saldıran kediden daha dövüşken olur. Tetiktedir ve bütün varlığı savaşa hazırdır. Direncini hiçbir kedi kıramaz.”

Gri kedi söz aldı:

“Sizin de söylediğiniz gibi, zihnin yanında onun gölgesi de vardır ve bu zihnin gücü ne olursa olsun düşman gölgeyi önceden fark eder. Ben de zaten bu yönde çalıştım. Yani düşmana direnmemek, aksine ondan gelen gücü kendine çevirmek için uğraştım. Akıcı tekniğim sayesinde en güçlü fareler bile bana zarar veremez. Ancak bu mucizevi fare benim “dirençsizlik” prensibime kanmadı.”

Yaşlı kedi söze başladı:

“Dirençsizlik prensibi dediğiniz şey doğayla uyumlu bir davranış değildir. Bu olsa olsa zihninizde ürettiğiniz bir hayal. Yapay dirençsizlik duyularınızla çatışarak hareketlerinizin doğallığını bozar. Gerçek doğanın kendisini apaçık gösterebilmesi için bütün zihinsel engel ve kurallardan sıyrılmalısınız. Doğa kendi yolunu izlediği ve sizin içinizde serbestçe hareket edebildiği zaman hiçbir gölge ortaya çıkamaz. Düşman hiçbir açık bulamaz.”

“Şimdi müsaade ederseniz insanların işlerinden pek bir şey anlamayan basit bir kedi olarak derin bir konuyu açıklığa kavuşturmak amacıyla kılıç sanatından söz etmek istiyorum. Kılıç sanatı yalnızca düşmanı yenmeyi amaçlamaz. Bu sanat her şeyden önce zor anlarda ölümün ve yaşamın sebeplerinin bilincinde olma sanatıdır.”

“Bir samuray bunu unutmamalı ve teknik açıdan olduğu kadar ruhen de kendini geliştirmelidir. Yaşamın ve ölümün meydana geliş şekillerine nüfuz etmelidir. Bu varlık seviyesine eriştiğinde bütün bencilliği yok olur, hiçbir olumsuz düşüncesi yoktur, hesap kitabı bırakır. İşte o zaman zihni dirençsizdir ve çevresiyle uyumludur. Arzusuzluk mertebesine ulaştığınızda doğası gereği şekilsiz olan zihin hiçbir maddesel varlık barındırmaz. Ruhsal enerji olan Ki hiçbir engelle karşılaşmadan ve dengeyle akar. Şayet zihin bir cisim tarafından çekilirse enerji dengesi bozulur. Enerji tek yönlü hareket eder ve diğer yönde eksiklik doğar. Her iki durumda da sürekli değişen durumlara uyum sağlamamız imkansızlaşır. Arzusuzluk olan yerde zihin tek yönlü çalışmaz, hem özneyi hem de nesneyi aşar.”

Bu sözleri duyan Shoken şu soruyu sordu:

“Hem özneyi hem de nesneyi aşmaktan ne anlamalıyız?”

Üstad kedi devam etti:

“Bir Ben olduğu içindir ki bir Düşman vardır. Ben denilen şey yoksa düşman da yoktur. Eğer herşeye bir isim vermeye kalkarsak karşımızda yer alırlar. Erkek dişiyle, ateş suyla zıtlaşır. Ama zihninizde hiçbir yargılama oluşmuyorsa çatışmaya girmenize de gerek kalmaz. O zaman Ben de Düşman da yok olur. Zihni aşarsanız mutlak olarak “Yapmamak ( Çabalamamak)” fiilini deneyimler ve tadına varırsınız.”

“Evrenle uyum içinde ve onunla birsinizdir. Doğru ve yanlış arasında tercih yapmak zorunda kalmazsınız. Zihninizin bir ürünü olan ikilemler dolu dünyadan kurtulursunuz. Ama bir toz kaçarsa gözümüzü açık tutamayız. Zihin bu göze benzer. İçine bir cisim girerse gücünü yitirir. Size burada söyleyeceklerimin hepsi bu kadar. Gerçeği deneyimlemek size kalıyor. Gerçek kavrayış her türlü yazılı açıklamadan uzaktır. İnsandan insana aracısız bir öğreti şarttır. Zaten gerçeğe başka bir yolla ulaşamazsınız. Uyanış, kendi varlığını aşmaktan başka bir şey değildir. Uyanış bir rüyanın sonudur. Uyanış, gerçek oluş ve kendini kendini tanımayla eşanlamlıdır.”

(Bu öykü kılıç sanatı üzerine tahminen XVII. yüzyılda yaşamış olan, Ittoryu okulundan bir Usta tarafından yazılmış eski bir kitaptan alınmıştır.)

#tao #zen #eylemsizeylem #cabalamamak #wuwei #dogrueylem #karmayoga #denge, #birlik, #doga


15 Eylül 2019 Pazar

C.G.Jung'un Kehf Suresi yorumu / İki denizin birleştiği yerde gayb olan Balık'ın sırrı

Üzerine düş'ündüğümde, içinde derinleştiğimde her seferinde bambaşka açılımlara sebep olan Kehf suresi üzerine C.G.Jung'un çalışmalarını içeren (kadim bir can dosttan ulaştırılan) değerli bir kaynaktan alıntıları paylaşıyorum... 

Evrensel, kolektif alana dair sembollerin sizlerdeki açılımlarını desteklemek için metnin içine ve sonuna bazı görseller ekledim. 

Bilgi, bilinç, zaman, realite, enerji katmanlarının, insanın BİR'leşmesine katkı Y'OLsun... Hakikat yolcusunun Birliğe, Yol'a, yol gösterenlere sadakati ve liyakatı daim olsun...İki denizin BİR'leştiği yerde gayb'olan Balık'ın sırrına varANlar için Huzuruna varılan Hızır... 


CARL GUSTAV JUNG'UN KEHF SURESİ TEFSİRİ

GİRİŞ
Jung din psikolojisi alanında yaptığı çalışmalarla diğer psikologlardan farklılık gösterir. Bu yüzden sık sık metafizikçi veya mistik olarak da nitelendirilmiştir.  Jung, Müslümanların yaşadığı Mısır, Cezayir, Tunus, Büyük Sahra'ya geziler yapmıştır. Bu gezilerinden birinde Somalili bir Sufî, Jung'un Kur'an'ı kendisinden daha iyi bildiğini söylemiştir. Onun İslâm dini ile ilgili yapmış olduğu tek kapsamlı yorum, "yeniden doğuş" bağlamında Kehf sûresine getirmiş olduğu psiko-mitolojik yaklaşımdır.

Jung, Kur'an'ın 18. sûresini, dönüşüm yöntemini açıklayan tipik sembol grupları için kullanmıştır. Jung, Kehf/Mağara adını taşıyan sûreyi büyük bir ustalık ile içinde yer alan üç kıssayı -Ashâb-ı Kehf, Hızır, Zülkameyn kıssaları- birbirini tamamlayan, destekleyen veriler olarak değerlendirip yorumlamıştır. Bu yorumlarını, 1938 yılında Eranos Konferansı'nda sunmuştur.
                                     

BİRİNCİ BÖLÜM: ASHÂB-I KEHF KISSASI

Ashâb-ı Kehf, kıssasısın üslubu ve içerdiği mesajlar, "yeniden doğuş" konusunda Jung'u derinden etkilemiştir. Bu yüzden özellikle Kehf sûresinin 17. âyetini merkez alarak kıssayı yorumlamıştır.

"Güneşi görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğriliyor, battığı zaman sola doğru onları makaslayıp geçiyor ve onlar, mağaranın geniş bir açıklığı içindedirler. Bu durum, Allah 'ın âyetlerindendir. "

Yeniden doğuş kavramı hep aynı manada kullanılmaz. Bu kavramın birçok yönü vardır. Ruh göçü, reenkamasyon, diriliş, yeniden doğuş, dönüşüm sürecine katılım yeniden doğuş biçimleri olarak karşımıza çıkar. Yeniden doğuş biçimi olarak "diriliş", insanın varoluşunun ölümden sonra yeniden ortaya çıkmasıdır". Buna dönüşüm unsuru eklenir. Dönüşüm köklü olursa, dirilen varlık farklı olur, eğer köklü olmazsa, sadece genel varoluş koşullan farklılaşır. Yeniden doğuşun biçimlerinden birisi gerçek dönüşümdür. Buradaki yenilenme bir varlık değişimidir. Ölümlü varlık ölümsüz varlığa, bedensel varlık ruhsal varlığa yani insan tanrısal bir varlığa dönüşür. Yeniden doğuşun bir biçimi de dönüşüm sürecine katılımdır. Bu biçim dolaylı yeniden doğuştur. Burada dönüşüm insanın bizzat ölümden ya da yeniden doğuştan geçmesiyle değil, onun dışında gerçekleşen bir dönüşüm sürecine dolaylı katılımıyla ya da tanık olmasıyla gerçekleşir. 

I. Mağara sembolü
....
Bütün kutsal mimarilerde hücre, "Kutsallar Kutsalı"nın bir biçimidir. Tanrı'nın tecellisi ister hücredeki bir imge ile ister soyut bir simge ile canlandırılmış olsun ya da katışıksız bir mimari tarzında başka bir işaret ile gösterilsin, hücre, bu tecellinin yeridir. Kutsal mağara içe doğru dönmüş evrendir, kalbin gizli dünyasıdır. Ruh'un Tanrısal Güneş'i ile aydınlanır.
Jung'a göre mağara, yeniden doğuşum gerçekleştiği yer, insanın kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı gizli bir oyuktur. Mağara ya da yeraltı, bilinçdışının henüz hiçbir ayrıma yer vermeyen bir katmanıdır. Mitolojide mağaraya giren kahraman sembolü, yeniden doğuş, yeni bir hayata başlamayla ilgilidir.
Ashab-ı Kehf kıssasında birçok kez tekrarlanan "kehf" kelimesi, normalinden daha geniş olan mağaraya verilen isimdir. Mağaranın küçük olamna Arapça'da "ğâr" adı verilir. Kehf, aynı zamanda dağda oyulmuş ev anlamındadır.  
Kehf'in, normalinden büyük bir mağara olması, bu sembolle anlatılmak istenen olgunun sınırlarının genişliğini gösterir. Kehf kelimesiyle hem korunaklı bir yere hem de güçlü bir kimseye sığınma anlamı dile getirilir. İnsanlar bu sığınma işini maddi ve manevi varlıklarını sürdürebilme amacıyla yaparlar. Sembolizm olarak Kehf de, süreklilik ve sonsuza dek var olmak için başvurulan bir merci olabilir. Bu anlamda inançlı bir insanın, fizik ötesi bir alemde varlığı devam ettirme ve metafizik bir güce dayanma eğiliminden söz edebiliriz. 

Yedi kişinin (Ashab-ı Kehf in), yaşamlarının ölümsüzlüğe varan boyutta uzayacağından habersiz yattığı mağara işte böyle bir ortam ya da dönüşüm yeridir. Onlar burada 309 yıl uyuduktan sonra uyandırılmışlardır.
....


II. Mağarada yaşanan dönüşüm
...
Jung'a göre Ashab-ı Kehf kıssasının anlamı şudur: Birey kendi içinde taşıdığı mağaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse, kendini önce bilinçdışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinçdışına girmesi, bilinci ile bilinçdışının içerikleri arasında bir bağ kurmasını sağlar. Bunun sonucunda, kişiliğinde kökten bir değişim olabilir. Dönüşüm genellikle, yaşam süresinin uzaması ya da ölümsüzlüğe adaylık olarak yorumlanır.

Jung'a göre mağara, insanın içinde barındırdığı bir olgudur. Birey, bilincin dışındaki karanlığa girmek suretiyle kendi benliğindeki mağaraya girmiş olur. Jung, "kişinin kendi içindeki mağaraya girmesiyle", kalbinin derinliklerine yol almasını kastetmiş olabilir. Mağara sembolünü, "Kendilik" yurdu, kalbin gizli dünyası olarak düşünmüş olabilir. Mağaraya giren yani bir anlamda kalbin derinliklerine inen kimse bilinçdışına girmiş demektir. 

İnsan, henüz ölüp yeni bir hayata başlamadan önce, dünya hayatında da, kalbinin derinliklerinde bu yeniden doğuşun ve sonsuzluğun izlerini bulabilir. Bilinç ötesi, insanın haricinde bir vakıa olduğu gibi, insanın kalbinin derinliklerine de kazınmıştır. Bu düşünceden hareketle, bilinçötesi yani gayb âlemi sadece öldükten sonra var olmaz. İnanan kimse, müşahede âlemini tecrübe ettiği anlarda da bilinçötesinin farkındadır, gaybın etkisi altındadır.

( Blogger notu: Gayb:  Görünmez anlaşılmaz yani akıl ve 5 duyu ile algılanamaz âlem, Akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı. Gizli, okült alemler, titreşim boyutları.) 

Ashâb-ı Kehf, görünüşte bir mağaranın içerisine girmiştir. Fakat gerçekte ilâhî korumanın güven ortamına dahil olmuşlardır. Mağara, onlara gayb âleminden verilen güven ve huzur koşullarını temsil eder. Mağaraya sığınan gençler içinde yaşadıkları toplumdan hem inanç hem de bedensel olarak ayrılıp uzaklaşmak durumunda kaldıkları için dağdaki büyük mağaraya sığınırlar. 

Ashâb-ı Kehf diye bilinen grup, yeryüzünde kendilerine düşman olan güçler karşısında İLahi Güç’ün kendilerini korumasını istemişlerdir. Bu koruma somut bir şekilde müşahede edilebilen bir durum değildir. Bilinç ötesi bir kaynaktan yine bilinç ötesi bir güvence aramışlardır. Kalplerinin derinliklerinde ilâhî gücün kendilerini koruyacağına, gayb koşullarında varlıklarını devam ettirmelerini sağlayacağına dair inançları vardı. Bu yüzden, önce kendi içlerindeki mağaraya, sonra da gaybın koruyucu ortamına kendilerini teslim etmişlerdir.

Ashâb-ı Kehf’in mağarada uyuyarak ve daha sonra uyanarak yaşadıkları tecrübeyi değerlendiren müfessirler de, bu tecrübenin hem Ashâb-ı Kehf hem de diğer insanlar için bu dünyadan başka bir hayatın varlığına delil olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ashâb-ı Kehfin tecrübesini bir tür yeniden doğuş/dirilme olarak yorumlamışlardır. 

Jung'a göre, kıssada anlatılan esrarlı kişilerin kaderi dinleyiciyi derinden etkiler. Çünkü efsane onun bilinçaltındaki benzer süreçleri ifade ederek bunların yeniden bilinçle bütünleşmesini sağlar.
....

İKİNCİ BÖLÜM : HIZIR KISSASI
....
1. Hz. Musa’nın Arayış Yolculuğu
Hz. Musa, Yüce Allah'ın dilemesiyle, ilâhî bilgiyi ve hatta iradeyi temsil eden Salih bir kul (Hızır) ile buluşmak üzere yolculuğu çıkar. Bu yolculukta kendisine bağlılanndan ve öğrencilerinden sayılan birisi eşlik eder. Hz. Musa ve öğrencisi ilâhî bilgiyi temsil eden kul ile buluşacaklan noktaya doğru yolculuğa çıkarlar. 

Musa Yuşa'ya demişti ki "Durmayıp ya iki denizin birleştiği yere varacağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim."
....
"îki denizin birleştiği yer" ifadesinin taşıdığı sembolik anlama gelince, burada iki tür bilgi kaynağından, bilgi akışından söz edilmektedir, iki deniz, haricî olay ve olgulara ilişkin gözlem ve değerlendirmeler yoluyla elde edilen zahirî bilgi ile mistik sezgi ve iç gözlem yoluyla elde edilen bâtınî bilgiyi temsil eder. Nitekim Hz. Musa, bu iki bilginin buluştuğu sınıra varmayı amaçlamaktadır.
Bazı düşünürlere göre, batini yorumla iki deniz, Hızır ile Musa'dır. İlimlerinin çokluğu yüzünden her ikisine deniz nitelemesi yapılmıştır. Hz. Mûsâ zâhîr ve bâtın ilminin denizi olup daha çok zahir ve dünyevî durumların bilgisine sahiptir. Hz. Hızır ise, yine her iki ilim türüne sahip olup, bâtın ilmine, peygamberlerde bulunmayan bazı Hakikatlerin bilgisine vâkıftır. ( Blogger notu: Ledun ilmine)

( Blogger notu: Denizler, sular,  kadim bilgelik, gizli öğretiler, evrensel bilgi kayıtları, akana, akış... Hızır=Thoth=Hermes Trimegistus=Merkür... Zahir=Egzoterik=Dışrak, Batın_Ezoterik=İçrek)

Söylendiğine göre Hz. Mûsâ, Hızır'la buluşup ondan bazı şeyleri öğrenmekle Allah tarafından sorumlu tutulmuştu. Bu amacı gerçekleştirmek için iki denizin birleştiği yere kadar yoluna devam edecek, görüşmekle görevlendirildiği kişiyle (Hızır) karşılaşıncaya kadar uzun bir süreyi yolculukla geçirecekti.

Hz. Musa öğrencisi ile buluşma noktasına gelir. Bu noktada yiyecek olarak yanlarında getirdikleri balık canlanarak denize düşer ve denizin derinliklerine dalar. Öğrencisi durumu gözlemler, fakat ilâhî irade onun bu gelişmeyi Hz. Musa'ya hatırlatmasını erteler: 

"İkisi yürüdüler, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular, balık sıyrılıp denizde yolunu tuttu."

Hz. Musa ve öğrencisi iki denizin birleştiği yere ulaştıklarında kendileri için yiyecek olarak yanlarına aldıkları balıklarını unuttular, bir an için onu hatırlayamadılar. Oysa balık elden çıkmış, canlanıp denize düşmüş, denizde uzunca bir yarığa doğru yol tutmuş, bir deliğe girmişti. Balığın canlanıp denizde yol aldığını Yûşâ görmüş, fakat bunu Hz. Musa'ya söylemeyi unutmuştur. Yiyecekleri durumunda olan ve o an canlı olmadığı anlaşılan balık, ölülerin dirilmesine örnek teşkil edecek bir mucize ile dirilmiştir. 

Balık imajı, mutlak bilgiyi ya da ebedî hayatı simgeleyen eski dini sembollerden biri olabilir.

Öğrencisi, balığın başından geçen ilginç olayı ve bu olayın nerede gerçekleştiğini anlatması üzerine Hz. Musa, burasının, yolculuklarının hedefi durumundaki yer olduğunu derhal anlar: "Musa: işte aradığımız o idi" dedi. Tekrar izlerini takip ederek geriye döndüler, kayaya vardılar.

"İşte bizim arayıp durduğumuz şey budur, bu olay varacağımız yerin bir işaretidir" dedi. Balığın denize atlayıp gitmesinin kendileri için bir işaret olduğunu anladı.

Jung'a göre, Hızır kıssası Ashâb-ı Kehf kıssasının ve yeniden doğuş sorununun daha net ve ayrıntılı bir versiyonudur. Bu kıssada Hz. Musa dönüşüm için arayış içerisinde olan bir insanı temsil eder. Gerçekleştirilen yolculukta ona "gölge"si, hizmetçisi, bir başka deyişle "alt benlik" eşlik eder. Yeşua (Yuşa), Nun'un oğludur. Nun, bir balık adıdır ve Yeşua'nın kökeninin derin sularda, karanlıkta, gölgeler âleminde olduğuna işaret eder.



Jung, Kehf sûresinin 60-64. âyetlerim şu şekilde yorumlar: "îki denizin birleştiği yerde" hayati noktaya ulaşılır. Burası "orta yer" diye ifade edilen semboldür. Ashâb-ı Kehf kıssasında sözü edilen mağaranın "orta yer"ini burada hatırlayalım. 

(Blog yazarının notu: Metafizik bir özel enerji alanıdır, somut, varolan coğrafi bir yerden ötedir.) 

Doğu mistisizminde ruh çoğunlukla ilâhî denizdeki bir su damlası olarak görülür. Mevlânâ'nın kullandığı sembolizmde ise, ruh ilâhî denizde yüzen bir balıktır. 

"Derinlikler, bilinçdışının en uç katmanları olup, bireysel bütünlüğün, başka bir deyişle iyileşmenin anahtarlarını içerir. Derinlere iniş şifaya götürür. Yerin altındaki, mağara içindeki su simgesi bilinçdışını anlatır. Su yeraltı ülkesine inişi simgeler. Deniz altında kalmış, görünmeyen dağlar bilinçaltına benzetilir. Evrensel efsanelerde su yeniden doğuşun simgesi olarak kabul edilir. Örneğin yaşlı adam suya dalar, sonra da yeni bir bedene sahip olarak sudan çıkar. Suya batırılma "Hiç"liğe bir dönüş olarak anlamlandırılırken, su yüzüne çıkma da, insanın yeniden doğuşunu dile getirir."


FOTO: Hakan Alkan


Bu olay ve sembollerin (Hz. Musa'nın arayış yolculuğunda yaşadıklarının) anlamı şudur: İnsan içgüdüsel ruhunu kaybetmiştir. Bu olgu sürekli bilincin tek yönlülüğüyle ilgili olan çözülme semptomudur. Burada günlük konuşma dilinde "ruh kaybı", bilim dilinde "abaissement du niveau mental" denen olgu söz konusudur. Hz. Musa ve hizmetçisi çok geçmeden olan bitenlerin gerçek yüzünü anlamışlardır.

Musa'nın yorgunluk, bitkinlik ve açlık hissetmesi, öncelikle fizyolojiyle açıklanan bir eksikliktir. Yorgunluk enerji/canlılık kaybının en önemli belirtisidir. Bu süreç, "hayati önem taşıyan bir anın farkına varılmasını" anlatır. Musa hiç beklemediği bir anda yaşam kaynağını bulduğunu ve yeniden kaybettiğini fark eder. Bu durum üzerinde dikkatle durulması gereken bir sezgidir.  

Musa ve öğrencisinin yemeyi düşündükleri balık bilinçdışının bir içeriği olup ilk kökenle (arketip) bağ kurulmasını sağlar. Balık yeniden doğmuş, yeni bir yaşama kavuşmuştur. Yorumlara göre, balık ab-ı hayatla temas ettiği için bütün bunlar olmuştur. Balık denize atladığında yeniden bilinçdışının içeriği olmuştur. 

Balık denizdeyse, deniz bilinçaltını, balık bilinçaltı itkilerini simgeleyebilir. Balık psikolojik olarak gerçek benliğin simgesi olarak işlev görebilir. Balık soğukkanlı ve ilksel bir yaratık olduğu için, bilinçaltının derin bir yüzeyini simgeleyebilir. Balıklar su sembolleridir, okyanusun derinliklerinde bulunan bu canlılar derinliğin kutsal gücüyle sarmalanmışlardır. 

Simyacılar denizdeki kılçıksız ve derisiz garip bir balıktan söz ederler. Bu balık felsefe taşı'nın "filius philosophorum" özünü temsil eden "yuvarlak unsur"dur. Ab-ı hayat'ın simyadaki karşılığı olan "aqua permanes" yani hiç bitmeyen su'dur. "Can veren" bu suyun bir özelliği de, katı olan her şeyi eritmesi, sıvı olan her şeyi de pıhtılaştırmasıdır. Kur'an tefsirlerinde, balığın kaybolduğu yerdeki denizin sert toprağa dönüştüğü ve toprakta balığın izlerinin hala görülebildiğinden söz edilir.

Özetlenecek olursa; balık, içgüdüsel bilinçdışının bir içeriğinin sembolü ve "ruhun yitimi" durumunda -aç kalmak, yıpranmak gibi durumlarda- bulunan yenilenmenin kaynağıdır. Burada işlenen tipik motif, simyada iyi bilinen, Kur'an yorumlarında ayrıntılı olarak ele alınan yaşamın kaynağını bulmak ve onu yerine getirmenin işareti olanı, yani "çok büyük önemi olan bir AN'ın farkına varamamak"tır. Sembolik anlamda ise balık, insanın yeniden dirilmesini ve yaşamın kaynağına ulaşma çabasını temsil eder.


Foto: Hakan Alkan

Jung, Hz. Mûsâ'nın Hızır'la karşılaşmasını ve bunu takip eden süreci anlatan ayetleri şu şekilde yorumlar:
Balığın kaybolduğu yerde oluşan adada, orta yerde Hızır oturur. Mistik bir yoruma göre Hızır, "aşağı ve yukan denizin ortasmda, nurdan bir tahtta" yani yine orta yerde oturur. Hızır'ın görünmesi ile balığın kaybolması arasında gizli bir ilişki vardır", adeta balık Hızır'ın bizzat kendisidir. Yorumlarda yaşam kaynağının karanlıkta olduğunun ifade edilmesi, bu tahmini destekler mahiyettedir. Çünkü denizin derinlikleri karanlıktır. Karanlığın simyadaki karşılığı, dişinin erili içine almasıyla gerçekleşen coniunctio'dan sonra oluşan nigredo'dur. Nigredo'dan, ölümsüz Kendilik'in simgesi olan "Taş" doğar. Taş'ın ilk görünümü "balık gözleri"ne benzetilir. Hızır da Kendilik'i (Özben'i) temsil ediyor olabilir. Şöyle ki, Hızır'ın bir mağarada yani karanlık bir yerde doğduğu söylenir; o da tıpkı İlyas gibi sürekli kendini yenileyen bir "ölümsüz"dür. Tıpkı Osiris gibi zamanın sonunda Deccal tarafindan parçalanır. Fakat kendini yeniden diriltir. 

* Kendilik, iki psişik sistemin yani bilinçIilik ve bilinçsizliğin her ikisine de uygun düşen bir orta nokta aracılığıyla birleşmesine yol açan arketipsel imgedir. Kendilik, bilinçli egonun çok üstünde olan bir haldir. Sadece bilinci değil, bilinçdışı psişeyi de içine alır. Bireysel tamlığı ifade eden Kendilik, ruhsal varlığın kaynağı ve son temeli olan merkezdir. Kendilik'imiz yani "orta nokta"mız, iki dünya ve onlann güçleri arasındaki, sadece hayal meyal bildiğimiz, ama çok güçlü bir şekilde hissettiğimiz gerilimin merkezidir. Bize hem çok yabancı hem de çok yakındır. Bütünüyle ta KENDİmizdir, ama bilinmezdir. Gizemli bir yapının gerçek merkezidir. Kendilik, gizli bir sır, gizemli bir kaynak ya da tanrısal bir yansıma olarak görülebilir. Kendilik, sadece toplumsal çevreye değil, Tanrı'ya, evrene ve ruhun yaşamına kişisel bir intibak vasıtasıdır. 

Jung, balığın, Yaratıcı'nın karanlık dünyasından geldiğini söyler. Burada o, ruhun gayb âleminden geldiğini ifade ediyor olmaktadır. Ona göre, balığın denizde canlanması yeni bir doğuşu ifade eder. Balık yani bir anlamda ruh, başka bir alemde yaşamaya başlar. Dünya hayatındayken insan için bilinçdışı kabul edilen alem, balık denizde canlandıktan sonra yani ruh gayb alemine gittikten sonra yeniden bilinçdışının içeriği olur.

Jung ise, yiyecek halindeki balık ile denizde canlanıp giden balık arasında belli farklar olduğuna işaret eder. Jung'a göre, yorgunluk ve açlık gibi durumlarda yiyecek olarak düşünülen balık insanın içgüdüsel yanını daha geniş anlamıyla maddi dünyadaki varlığını ve gereksinmelerini ifade eder. Denizde canlanan, gayb alemine giden balık ile yenilmek üzere hazırlanan balık aynıdır. Ancak balık denize düşerek ilk kökenle bağ kurmayı sağlamaktadır. Bir anlamda gayb alemine dönen ruh, yaşamın kaynağına inmektedir. Yiyecek halindeki balıkla, canlanan balığın aynı olması, aslında insanın dünya hayatındayken de, yaşamın kaynağıyla bir şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Dünya hayatındayken; gayb alemi, yaşamın kaynağı insan bilincinin ötesinde kalmaktadır. Fakat böyle olmasına rağmen her zaman varlığını sürdürmektedir.

Jung, Hızır'ın görülmesiyle balığın kaybolması arasında bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. Denizde kaybolan balıkla Hızır'ın aynı alemin (gayb aleminin) varlıklan olduklarına işaret etmiştir. Hızır'ın "ölümsüz Kendilik"i sembolize ettiğini düşünmüştür. Musa ile Hızır arasındaki hoca-öğrenci ilişkisinin anlatıldığı âyetleri (18/71-77) değerlendirdiğimizde, Hızır'ın gayb âlemini temsil eden, oranın bilgi ve iradesini yansıtan bir varlık gibi davrandığını görürüz. Jung, Hızır'ı insandan bağımsız herhangi bir metafizik varlık olarak değerlendirmemiştir. Onu Kendilik'in bir simgesi olarak kabul etmiştir. Buna göre, her Kendilik'in bir "Hızır" tarafının bulunduğunu söyleyebiliriz.



2. Hızır'ın Hz. Musa'ya Rehberliği
Yeniden canlanan balık olarak tasvir edilen Hızır - tıpkı ilk insan Âdem gibi-, bir danışman, kutsal ruh ve kardeştir. Hz. Mûsâ onu her koşulda yüksek bilinç olarak kabul etmiş ve onun tarafından eğitilmeyi istemiştir. Hz. Mûsâ ile Hızır'ın buluşma simgeciliği, iki denizin buluşma simgeciliğinin karşılığıdır. Fizik dünyanın denizi, Hz. Mûsâ gibi dışardan bilmeyi temsil ederken, Hayat suları Hızır tarafından kişileştirilmiştir. Nitekim iki denizin birleşmesi durumunu sembolik manada yorumlayanlar, Hızır'ı gayb bilgisini temsil eden bilgi denizi, Musa'yı da görülen âlemin bilgisini temsil eden deniz olarak düşünmüşlerdir. İki deniz birleştiğinde yani Hz. Musa ile Hızır bir araya geldiğinde, Musa, Hızır'm sahip olduğu gayb bilgisinin içyüzüne vâkıf olmak istemiştir. Fakat Hz. Musa, gayb bilgisini müşahede âleminin ölçü ve anlayışına göre değerlendirmeye kalkıştığı için Hızır'ın tutum ve davranışlarını algılamada zorlanmış, sabırsızlık göstermiştir.

"Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik. Mûsâ ona: "Sana öğretilenden, bana bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?" dedi. O da: "Sen benimle beraber bulunmaya sabredemezsin, sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin!" dedi. Mûsâ: "İnşallah, dedi, beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelmem." dedi. O kul: "O halde dedi, eğer bana tâbi olursan ben sana anlatıncaya kadar yaptığım hiçbir şey hakkında bana soru sorma."

Hızır, Musa’nın isteğine şu şekilde tepki göstermiştir: Benimle birlikte göreceğin olaylarını sırlarını, ilâhî gerekçelerini, yararlannı hemen kavrayamayacağın için itiraz edebilirsin. Doğrusu, zahirde kötü/yanlış gibi görünen bir davranışın, ilâhî hikmet ve nedenini bilemeyeceğin için, böyle bir davranışa sessiz kalman mümkün değildir. Maddî dünyanın koşul ve kurallan gereği, olayların zahirine bakıp, bunlara karşı çıkma ihtiyacı duyabilirsin. Sağlam karakterli ve dünyadaki ilâhî kurallara bağlı bir kişi böyle bir durumla karşılaştığında derhal ona karşı çıkmaya kalkar. 

Hz. Musa'nın bilge kul ile birlikteyken yaşadıkları ve bu esnada bilge kulun davranışlarına Hz Musa'nın göstermiş olduğu tepki Kur'an'da aynntılı aktarılır: 

"Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. Mûsâ, "Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Hakikaten sen müthiş bir işyaptın!" dedi. O kul: "Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın demedim mi? dedi. Mûsâ: "Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma. " dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. O kul, hemen onu öldürdü. Mûsâ:
"Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı öldürdün ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" dedi. O kul: "Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim?" dedi. Mûsâ dedi ki: "Eğer bundan sonra bir daha sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. O Kul dedi ki : O zaman benim tarafımdan sana bir özür ulaşmıştır, (artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın)." Yine yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler, kent halkı onları misafir etmekten kaçındı.Derken orada yıkılmak üzere olan bîr duvar buldular; hemen onu doğrulttu. Mûsâ: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, "dedi. 

Hızır, "İşte, dedi, bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. O gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiyi zorla alan bir kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. İstedik ki, Rableri onun yerine onlara daha temiz, daha merhametli birini versin. Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait hazine vardı. Babaları da iyi kimse idi. Rabb 'in istedi ki onlar güçlü çağlarına ersinler ve Rabb 'inden bir rahmet olarak hazineyi çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü. (Kehf, 18/82)


Kıssada anlatılmak istenen temel düşünce, Allah'ın bilgisiyle beşerin bilgisi arasında karşılaştırılması mümkün olmayan mahiyet farkının ortaya konmasıdır. Kıssada Hz. Mûsâ'nın arkadaşlık etme istediği kişi Allah'ın sınırsız bilgisinin temsilcisi durumundadır. Burada Hz. Mûsâ gaybı bilmeye tahammül edemeyen isan, özel ve bireysel formu, Hızır ise evrensel gerçeği, Allah'ın bilgisini, gaybın iç yüzünü temsil eder. Kıssada, ilâhî bilgiye sahip olan kişi -Hızır-, Allah'ın bilgilendirmesiyle üç tikel olayın geleceğini önceden bilmektedir. Yaptıklarını kendi iradesiyle yapmadığını söylemektedir.

Aklî alanın kapsadığı bilgi, gaybî alanın bilgilerine oranla oldukça sınırladır". Akıl ve duyular yoluyla elde edilen bilgiler eksik, sınırlı ve insana göre izafî olarak doğrudur.

4. Jung'un Hızır Kıssasından Çıkardığı Sonuçlar

Jung, Hızır kıssasını okuyan ya da dinleyen kimse üzerinde kıssanın bıraktığı etkiyi şu şekilde yorumlar: Kıssayı okuyan ya da dinleyen kimse, arayış içindeki Hz.Musa'da ve unutkan Yeşua'da kendini bulur. Kıssa ona, yeniden doğuşun sağladığı ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştiğini anlatır

Balık, rüya gören kimsenin ruhunu temsil eder. ( Blogger notu: Rüya görenler, Ashab'ı Kehf, mağaradakiler) Ayrıca yenilenme kabiliyetini ve beslenmeyi simgeler. Kıssada, dönüşüme uğrayan Hz. Mûsâ ya da Yeşua değil unutulmuş olan “balıktır". Balığın kaybolduğu yer Hızır'ın doğduğu yerdir. Bunun anlamı şudur: Ölümsüz varlık, göze çarpmayan, unutulan, hatta tümüyle olasılık dışı bir şeyden doğar. Dönüşüm maddesinin ya da Tanrısının besleyici özelliği vardır. Bunu birçok kült efsanesinde görmek mümkündür. Örneğin, İsa ekmektir, Mondamin mısırdır, Dionysos şaraptır. Bu simgelerin ardında, bilinç açısından bakıldığında yalmzca birer benzetme anlamı taşıyan, fakat gerçek doğası göz ardı edilen psişik bir gerçek yatmaktır. Öteki dinlerdeki gibi, dönüşüme uğrayan, insanın içindeki yüksek kişilik. "Kendi"sine dönüşen nefs'tir.

Balık simgesi, kendi enerjisini kendisi üretemeyen bilincin yaşam aktivitesini sürekli bir enerji akışıyla sağlayan bilinç dışı içeriklerin "besleyici" etkisini temsil eder. Dönüşüm kabiliyetine sahip olan şey, bilincin göze çarpmayan, neredeyse görünmez olan köküdür. Bilinç bütün gücünü buradan alır. Bilinçdışı yabancı, Ben- olmayan gibi hissedildiği için, bilinçdışının yabancı bir figürle tasvir edilmesi oldukça yerindedir. Bir yandan hiçbir önemi yoktur, bir yandan da, bilinçte eksik olan o "yuvarlak" bütünlüğü potansiyel olarak içermesi dolayısıyla en önemli unsurdur. Bu "yuvarlak" bilinçdışının mağarasında gizlenen o büyük hazinedir ve bilinç ile bilinçdışının yüce birliğini temsil eden o kişisel varlıkta vücut bulmuştur. Bunu anlatmak için seçilen "Kendilik" kavramının manası, Ben'le örtüşmeyen ama Ben'i büyük bir dairenin küçük daireyi kapsadığı gibi İçine alan ruhsal bir bütünlük ve merkezdir.
Dönüşün ortasındaki ölümsüzlük sezgisi bilinçdışının kendine özgü yapısıyla ilgilidir. Bilinçdışının, zaman ve mekân ötesi bir yanı vardır. "Telepatik" fenomenler bunu kanıtlamaktadır. Bu gerçekler, aşırı kuşkucular tarafından inkâr edilse bile. sanıldığından daha çok kimse tarafından kabul edilmektedir. İnsandaki ölümsüzlük sezgisinin kaynağı, insandaki, garip bir zaman ve mekâna yayılma duygusudur. Gizemlerdeki tanrılaştırma, bu ruhsal fenomenin bir yansımasıdır: Hızır, yaşayan ve dönüşüme uğrayan Kendilik'in bir görünüşüdür. 


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ZÜLKARNEYN KISSASI : s.103 - 128 ( e-kitaptan okuyabilirsiniz)
….

SONUÇ
Jung'a göre, yeni bir hayata doğuş, sadece ölüp bir başka alemde var olmakla gerçekleşmez. İnsan ölümsüzlüğe aday olmak suretiyle de dönüşüm sürecine girebilir. Kendi içindeki bilinçdışına girebilen insan, bilinçdışının içerikleriyle bilinci arasında bağ kurabilir. Böylece her birey kendi içerisinde taşıdığı mağaraya girmiş olur. Jung'a göre, âyette (18/17) tasvir edilen mağara, Ashâb-ı Kehfin bir kereliğine girmiş olduğu bir mağara olmayıp herkesin girebileceği bir haldir. Her insanın içinde bilinç ötesi süreçlere ilişkin bir alan vardır. İnsan yeter ki, oraya girmek istesin ve girmeyi bilsin. Jung, bu suretle, Kur'an'ın gayb diye nitelediği metafizik alana ilişkin oluş ve süreçlerin insanın benliğinin derinliklerinde yer bulduğunu ileri sürmüştür.

Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasındaki "mağara" olgusuna büyük önem atfetmiştir. Onu, kişiliğin oluşumunu etkileyen anima arketipinin simgelerinden biri olarak görmüştür. Nitekim hem mitolojide hem de çeşitli dinlerde mağara sembolüne önemli bir yer verilmiştir. Jung, mağarayı yeniden doğuşun gerçekleştiği yer olarak kabul etmiştir. Aym şekilde Kur'an da Ashâb-ı Kehfin kıssasını kıyamet günü insanların yeniden diriltilmesiyle ilişkilendirmiştir.
Jung, Ashâb-ı Kehfin yedi kişi olduklan yönündeki görüşleri dikkate alarak bir yargıya vanr. Yedi sayısının, onların manevi bir kimlik kazandıklarına, ebedî bir yaşama kavuştuklarına işaret ettiğini söyler.

Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasında yaşanan süreçlerin, her insanın bilinçaltında bir karşılığının olduğunu ileri sürer. Bu yüzden de kıssayı bilinçli ve ciddiye alarak dinleyenlerin, kıssayla kendileri arasında bir ilişki kurma ihtiyacı duyacaklarına işaret eder.

Jung, Hz. Musa'nın arayış yolculuğu sırasında karşılaştığı varlık ve olayları sembolik manada yorumlamıştır. Aynı olaylara sembolik ve işârî anlam yükleyen müfessirlerin yaklaşımlanna benzer bir bakış açısı ortaya koymuştur. Bununla birlikte Jung'un kıssadaki tasvirlere getirdiği sembolizm daha özgün ve belirgindir. Jung, özellikle kıssada geçen balık, iki denizin birleştiği yer, denizin derinlikleri, balığın dirilmesi, Salih kul ( Hızır ) gibi olguların sembolik anlamları üzerinde durmuştur.

Jung, Hz. Musa'nın arayış yolculuğu sırasında tasviri yapılan "balık"ı önemli bir sembol olarak değerlendirilmiştir. Balığın dirilmesini, yeniden doğuşun sembolü olarak kabul etmiştir. Müfessirler de bu olayı aynı şekilde, âhiret hayatında yeniden dirilişin bir sembolü olarak yorumlamıştır. Jung, kıssada tasviri yapılan gelişmeleri izleyerek sembolik anlam yüklemelerine devam etmiştir. O balığın denizin derinliklerinde bir yarığa gitmesini, bilinçötesine geçiş olarak yorumlamıştır. Burada sözü edilen bilinçötesi, Kur'an'ın "gayb" diye tarif ettiği metafizik alan olabilir.

Jung'a göre, balığın canlanıp denizde yol alması, Salih kul (Hızır)'ın ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Bilinç dünyasının yiyecek durumundaki balığı, canlanarak bilinç ötesine geçmiştir. Buna karşılık bilinçötesini temsil eden Hızır ortaya çıkmıştır. Jung, canlanan balık ve iki denizin birleştiği yerde ortaya çıkan Hızır'ı; insan için bilinç ötesinde bir alanın bulunduğuna ve insanın yeni bir doğuşa aday olduğuna delil olarak görmüştür.
İki denizin birleştiği yeri, işârî yorumcular, maddi dünyanın bilgisi ile metafizik alanın bilgisi olarak yorumlanmıştır. Jung'a göre, bilinçötesini temsil eden Hızır, iki denizin birleştiği "orta yer"de meydana çıkmıştır. Hızır bir yönüyle Kendilik'in temsilcisidir. Buna göre Kendilik, bilinçötesinin de bir mekanıdır. Kendilik, hem bilinç hem de bilinçötesi süreçlerin etkisi altmdadır.

Hz. Musa, Hızır'ın kendisine gaybın bilgisini öğretme konusunda rehberlik etmesini istemiştir. Hızır da onun bu isteğini yerine getirmeye çalışmıştır. Yine Hz. Musa'nın Hızur'la yaptığı yolculuk sırasmda yaşananlardan anlaşıldığı gibi, Hızır, insanlara yardım eden, onların dostu bir kimliğe sahiptir. Jung da bu özelliklere dayanarak Hızır'ı kutsal ruh, danışman olarak niteler. Jung'a göre, Hızır metafizik olanın fizik âlemdeki sembolüdür. Jung, Hızır'ın insanlara olan dostluğunu ve rehberliğini Sufî menkıbelerine dayanarak kanıtlamak istemiştir. Kimilerine göre Hızır, sürekli hayat sahibi bir insan olarak tasavvur edilmiştir. Kur'an'ın genel öğretilerini dikkate alarak, Hızır'ı manevi bir varlık ya da ilâhî bilgi, irade ve inayetin bir yansıması olarak değerlendirmek daha gerçekçi olur. Nitekim Jung'un Hızır tasavvuru de buna benzerdir.

Zülkarneyn'in güneşin battığı ve doğduğu yere yaptığı yolculuğun sembolik manada -bireysel psikoloji açısından- değerlendirilmesi, onun Kur'an'da tanıtılan kimliği hakkında önemli ipuçlan verir. Buna göre Zülkarneyn'in güneşin battığı yere olan yolculuğunu varlık ve oluşlrın maddî boyutlarına vukufiyeti ve hükmetmesi şeklinde yorumlayabiliriz. Güneşin doğduğu yere olan yolculuğunu da bilinçötesine vukufiyeti olarak görebiliriz. Böylece Zülkarneyn'in hem maddi dünyanın hem de gayb âleminin bilgi ve imkanlarıyla donatıldığını söyleyebiliriz. Jung'a göre, Hz. Musa Hızır'la birlikte yaşadığı tecrübelerde, bilinçdışı süreçleri bütün açıklığıyla görme imkanı bulmuştur. Hz. Musa, yaşadığı bilinçdışı süreçleri kendi halkına anlatırken, onlan kendi yaşadığı tecrübeler olarak değil, Zülkarneyn'in tecrübeleri olarak aktarmıştır. Kur'an'da Musa-Hızır kıssasının hemen ardından anlatılan Zülkarneyn kıssası, Hz. Musa'nın aslında kendi bilinçdışı süreçlerine ilişkin tecrübelerini anlattığı olaylardır. Jung'un bu yaklaşımını destekleyen açık ya da dolaylı bir Kur'an verisi bulunmamasına rağmen, o, kıssanın Hz. Musa tarafından anlatılmış olmasını bir gereklilik olarak görür. Çünkü Musa'nın, kendisini çevresindekilere bilinçdışı süreçleri yaşayan, önemli, üstün özellikli biri olarak tanıtması egosal şişmeye, böbürlenmeye yol açabilirdi. Hz. Musa, bundan korunabilmek için kendi tecrübelerini değil, Zülkarneyn'in tecrübelerini anlatmak durumunda kalmıştır. Zülkarneyn'in inşa ettiği set, Sufi yorumlarda sembolik bir izaha tabi tutulur. Jung da şeddin inşasının ve yıkılmasıyla ilgili açıklamaları bireysel psikoloji açısından değerlendirmiştir. Şeddin inşasını, zararlı güçler karşısında Kendilik'in korunmasına yönelik bir çaba olarak görmüştür.

Kur'an, Zülkarneyn'in inşa ettiği şeddin yıkılışını kıyâmetin kopmasıyla ilişkilendirmiştir. Bu olaya bireysel açıdan yaklaşan Jung, şeddin yıkılışını öznel kıyametin kopması yani insanın ölmesi olarak yorumlamıştır.
Jung, Zülkarneyn kıssasının da içerisinde yer aldığı Kehf sûresinin konulan arasında ilk bakışta kopukluk, ilgisizlik ve ani geçişler olduğu izleniminin uyandığını söyler. Konular arasındaki ilişkinin dikkatlice değerlendirilmesi halinde, kopukluk ve ilgisizlik gibi algılamaların doğru olmadığmı, bölümler arasında güçlü bir anlam örgüsü olduğunu belirtir. Yeri geldikçe de konular arassındaki ilişkiye dikkat çeker.
Jung'un Kur'an'daki bir metni nasıl anladığıyla ilgili bu sunuşu, kararsız olmakla birlikte değerli, çok parlak, yararlı ve kadirşinas bir nitelik taşır.
Jung, Hızır ve Zülkarneyn kıssalannda görmüş olduğu gibi, Kendilik'in bu dünya ve öteki dünya ile ilgili yanlarını anlamış, fakat bu alanda yeterince yazmamıştır.

KAYNAK : 
CARL GUSTAV JUNG'UN KEHF SÛRESİ TEFSlRİ, Yrd. Doç. Dr Abdurrahman Kasapoğlu , Malatya 2006, Huzur matbaası. 

Yazıyı sonuna kadar inceleyen/okuyanlar için e-kitap hali :) https://drive.google.com/file/d/0B9lFw5ECsvOOTjB6NkZidndJaE0/view


Doğu öğretilerinde İnsan'ın 7 katlı yapısı, 3 dünyası, 3 oda
Antik Mısır Thoth/Hermetik öğretilerinde İnsan'ın potansiyelleri

YUKARIDAKİ NE İSE AŞAĞIDAKİ ODUR. Hermes Trimegistus


31 Temmuz 2019 Çarşamba

Zihinsel ve spiritüel güçler hakkında... HPB

Okültizm öğrencisi tarafından atılması gereken ilk adım “dünyanın gösterişinden”nden vazgeçmektir.

Bu, kesinlikle insanları sevmeyen birisi olacağı, ormanda bir mağarada yaşlanacağı, toplumdan uzak duracağı, yaşayıp yaşamadığını önemsemeyeceği, aile bağlarını kopartacağı anlamına gelmez. Ama feragat etmeye ve bırakmaya niyetlendiği dışrak şeyleri sürekli istemek ve zihninin ürettiği hastalıklı fantezilerden hoşlanmak anlamına da gelmez.

Aday, dünyada yaşayabilir ama dünyaya ait değildir. Bedeni ve aklı belli ölçüde dünyevi işlerle meşguldür ,ama aynı zamanda spiritüel yetilerini de kullanabilir. Kişisel olarak bu dünyada olmak zorunda olabilir ancak spiritüel olarak bunun üzerine çıkabilir.

Fiziksel bedeninin yanı sıra her insanın iki tane yetisi vardır: zihinsel ve spiritüel. Bu yetilerin güçleri birbirleriyle ilişkilidir ve iç içedir.

Eğer zihinsel güç fiziksel düzeyde sadece maddi amaçlar için kullanılıyorsa, kişi daha bencil ve materyalist olur. Gücünü, kendi kişiliğini temsil eden küçük bir odak noktasına yoğunlaştırır. Ne kadar çok onun üzerine yoğunlaştırırsa, odak noktası o kadar küçülür. Bu durumda kişi, cimri ve kendini beğenmiş olur; kendisinin önemsiz bir parçası ve neredeyse yok denecek kadar az ait olduğu birlik fikrini kaybeder.

Diğer yandan, spiritüel tarafı için temel oluşturacak zihnini yeterince güçlendirmeden ve geliştirmeden vaktinden önce spiritüel tarafıyla gizemler bölgesine girmeye çalışırsa, sonsuzluğun tarlalarında hayalet gibi dolaşır. Belki spiritüel şeyleri görebilir ama onları anlayamayacaktır. Batıl bir hayalperest ve fanatik, işe yaramaz bir insan olacaktır.

Diğer tarafı hiçe sayarak, tek taraflı hızlı gelişme, asıl gelişmeye aykırıdır. Bu yüzden zihinsel ve spiritüel güçleri geliştirmek, her ikisinin de bilincinde olmak önemlidir.

“Dünyadan vazgeçmek” bilimdeki gelişmeleri küçümsemek, matematik veya felsefeyi boşlamak, doğduğumuz küreye ait görevlerden uzaklaşmak, insanlığın gelişmelerine karşı ilgisiz kalmak ya da çevremizi önemsememek anlamına gelmez. Dünyadan vazgeçmek demek, bencillikten, kendi çıkarını düşünmekten vazgeçmek demektir.

Edwin Arnold kitabı “Asya’nın Işığı”nda bu duruma “özün kötülüğü” der: “Evrende bir aynada hayran olduğu kendi yüzünü gören Özün Kötülüğü ağlayarak, dünyaya “ben” diye haykırır. Böylece dünya da ona “ben” diyerek geri yansır. Ve eğer katlanabilirse, bu sözle her şey yok olur!”

Bencillikten vazgeçmek, kesinlikle spiritüel büyümeyle birlikte gerçekleşir. Bu yüzden, kişisel şeylere ve hislere daha az ilgi duymak için okültizm öğrencisinin görevlerinden bir tanesi kişisel ben fikrini zihninden çıkarmasıdır.

Kişi kendi varlığını, kendi gibi diğer yalnız varlıkların ortasında tek başına ve sızdırmaz bir kabuk içinde diğerlerinden ayrı, değişmeyen ve değişemeyen sürekli bir varoluş olarak görmemelidir. 

Aday, kendisini, geçici olarak yaşadığı bedeninin içinde toplanmış güçler olan evreni saran sonsuz gücün tamamlayıcı bir parçası olarak görmelidir. Nerede bittiği belli olmayan ama merkezi her yerde olan sonsuz Işık küresinin ışıkları, bu beden içinde sürekli olarak parlar ve birbirleriyle buluşurlar.

HPB, Helena Petrovna Blavatsky
1884, Teozofist dergisinde yayınlanan makaleden




Zamanın Peçesi, Sri Ram

MİSTİK YILDIZ'ın ışınları evreni oluşturur, kendisi, ışığın ve yaşamın kaynağıdır.
Her fiziksel yıldızın bir güneş olabileceğini biliyoruz; Mistik Yıldız, Evren'in merkezi Ruhsal Güneşi'dir. Uzaklığından dolayı bir yıldız gibi gözükür. Bu uzaklık astronomik evrende olduğu gibi boşlukta değil, ancak zaman ve tezahürdeki uzaklıktır.

Her birimiz aslında ışığın ve güzelliğin spiritüel bir küresiyiz. Ama kendi spiritüel doğamıza bakmayı denediğimizde bir nebulanınki gibi uzak bir bulanıklık hissederiz. Milyonlarcası bunu bile hissedemez. Çünkü doğaları o kadar karışık ve yoğundur ki böyle bir kutsal bir şeyin ışığı onların içine işleyemez. Ancak kendisinde ve diğerlerinde spritüel bir doğa, fark edilmeyi bekleyen spiritüel bir Ben olduğunu hissedenler vardır.

Biz spiritüel olarak büyüdükçe - Sprit'in zaman kavramını aşmasının bir AN meselesi olduğu düşünülebilir - bu nebula şekillenerek muhteşem bir yıldız sistemi olur, diyebiliriz ki bir yıldız sistemi ya da bir takımyıldız. Yani spiritüel gerçeklik zaman içinde bir güneş sisteminin Logos'u ve hatta içinde sayısız merkez ya da Logos bulunduran bir Kozmik Logos olur.

Zamansal olarak bu geçerliyse, Sonsuzluğa ait bir bilinçliliği kavrayabiliriz... Geçmişin, şu anın ve geleceğin birlikte olduğu bir nokta, çünkü o noktada bildiğimiz kadarıyla zaman bulunmamaktadır. Böyle bir bilinç halinin varlığından haberdar edildik.

Astronom'un karşılaştığı belirli bulutlar kendisine bir nebula olarak gözükür. Fakat nebulayı daha güçlü bir mercekle görüntülediğinde onun şekilsiz bir şey değil, bir yıldızlar galaksisi olduğunu anlar. Astronom'un merceği değiştirmesi gibi, biz de görüş değiştirebilir ve spiritüel doğamız olan O bulanık şeye bakabilirsek, geleceği geçmişten ayıran zamansal mesafe yüzünden bize şekilsiz bulut gibi görünenin aslında görkemli bir ışıklar sistemi olduğunu göreceğiz.

Eğer zaman bir yanılsama ise, gelecek şu AN var olmakta ve şu AN ve geçmişle birlikte içimizdeki Kutsal İnsan daha şimdiden varolmakta... Zamanın sınırlamalarının dışında.. Görkemi ve parlaklığıyla... Bulanık bulut, bakış açısıdır, şu ana aittir. Yıldız sistemi başka bir görüş açısıdır, geleceğe aittir.

Geleceği şu AN'dan ayıran zamanın peçesidir.

Peçeyi açın ve görün... Her BİRey bir yıldız kümesinde göksel kümeleri ışıklandıran bir yıldızdır. Ve hepsi bir merkezi yıldız olan MİSTİK YILDIZ etrafında dönerler.

N. Sri Ram, Human İnterest kitabından

1889 - 1973
Adyar, Hindistan Teozofi Cemiyeti'nin 1953-1973 başkanı

Benzer makaleler için : https://www.theosophy.world/tags/n-sri-ram

Fotolar : Orion Nebula