Sevgilisini kaybetmiş bir insanın karşısına, her noktasında o kaybettiği varlığa benzeyen mermerden bir heykelini yapıp koysanız, bununla o insanın ıstırabını teskin edebilir misiniz? Elbette hayır.
Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.
Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.
Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.
İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.
Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.
Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.
İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.
Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.
Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.
Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.
Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.
Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.
Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...
Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.
Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.
Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.
Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...
Dr. Bedri Ruhselman