sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
ışığı gördüm, korktum. ağladım.
zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. karanlığı gördüm, korktum.
gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ağladım.
yaşamayı öğrendim.
doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
zamanı öğrendim. yarıştım onunla...
zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
insanı öğrendim.
sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
sevmeyi öğrendim.
sonra güvenmeyi...
sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
insan tenini öğrendim.
sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
evreni öğrendim.
sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
ekmeği öğrendim.
sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
okumayı öğrendim.
kendime yazıyı öğrettim sonra.
ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
gitmeyi öğrendim.
sonra dayanamayıp dönmeyi.
daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta.
sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
düşünmeyi öğrendim.
sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
namusun önemini öğrendim evde.
sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
gerçeği öğrendim bir gün.
ve gerçeğin acı olduğunu...
sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.
her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Mevlana Celaleddin Rumi
Kendini tanıma yolculuğunda bir seyir defteri . . . Be flex Life in flux . . . As above so below . . . So be Love ! . . . "Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir , hepsi birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler." Hermes Trimegistus
28 Ekim 2013 Pazartesi
17 Ekim 2013 Perşembe
Karşıtlıkların ötesindeki gücün kapılarında
Ey
Yolcu,
Darüssena’dır
gördüğün
Kendi
cehennemine inip
Uz’laştırdığında
ayrılığı
Küll’erinden
doğumun nasip
Ka’derinden ör’düğün
Ka’derinden ör’düğün
B’aşk,
17 Ekim 2013, g’öz’tepe
Tamu
/ İhsan Oktay Anar
Kurşun Lahdin eritilmesinden dört yüzyıl kadar önce, Halife Mansur Hazretleri düşünde gökten kayan iki yıldız görmüş, meğerse bunlar Harut ve Marut adlı iki melekmiş. Ademoğullarının dünyada döndürdükleri işleri merak ettikleri için göğün en yüksek katının izniyle gece yere iniyor, şafak sökünce de esrarengiz bir beyit okuyup tekrar eski yerlerine yükseliyorlarmış. Ne var ki günün birinde ölümlü bir kadına âşık olmuşlar. Kadın da bunları serhoş edip göklerin kapısını açan beyiti ağızlarından almış. Esrarengiz sözleri söyler söylemez yükselmeye başlamış, ama yarı yolda diğer melekler onu çarpıp bir yıldız yapmışlar. Bu yıldızın adını Zühre koyduktan sonra, Harut ve Marut'u saçlarından bir kuyuya asıp cezalandırmışlar.
Sabah olunca, Halife Mansur Hazretleri atına atlayarak düşünde gördüğü bu kuyuyu arayıp bulmuş. Yaklaşıp baktığında dibinde kendi aksini görmüş. Sudaki aksi ona, "Ey Mansur. Sonunda geldin. Nice zamandır burada seni bekliyordum. Ben senin aksin değil, ikizinim. Sana ilim vereceğim, ama yalnızca bir tek şey sorabilirsin. İyi düşün ve bana sadece bir soru sor," demiş. Halife Efendimiz de havsalasını zorlayıp iyice düşündükten sonra, "Bana dünyadaki herşeyi göster," demiş. Kuyunun ayna gibi parlak sathında o an, dünyanın o güzelim sureti görünüp kayboluvermiş. Halife Mansur'un kamaşan gözlerine yeniden nur geldiğinde, az ötede akan ırmağa, Dicle'ye bakıp burada bir şehir kurmaya and içmiş.
Yüzbin işçi yirmi yıl çalışıp o dairevi şehri, bugünkü Eski Bağdat'ı dünyanın suretine uygun olarak bu yüzden inşa etmişler. Merkeze el Mansur Camii ile bir saray kondurup etrafına gökyüzündeki on iki burcun timsali olan on iki devlet binasını dikmişler. Dünyayı çevreleyen Kaf Dağı yerine, bu şehri tam bir daire şeklindeki bir surla kuşatmışlar. Sonunda burası Halife Efendimizin kuyuda gördüğü surete fazlasıyla benzemiş. Barışın hüküm sürdüğü bu şehre Madinetü's Selam denmiş. Gelgelelim şehri kurmakla yükümlü iki mimardan biri işi gücü bırakıp, Bağdat'ın kuruluşunu anlatan bu masalı kurmuş. O gün bu gündür, bu masala İlk Bağdat Masalı denir.
Gassal'ın sırrını açıklayan esrarengiz yazıları incelemekle meşgul bilginler,
yaşadıkları bu şehri iki mimardan hangisinin kurduğuna karar veremiyorlardı.
Dünyanın suretine göre dairevi şekil verilmiş olan Eski Bağdat, giriş yasağına
rağmen definecileri, tılsımcıları ve serüvencileri, sözün kısası dünyanın
binbir haline âşık binbir türlü insanı bir girdap gibi kendine çekiyordu.
Geceleyin surlarını gizlice aşanları, yarıçapında geleceği gören kahinleri,
ellerinde usturlabla yer tayin eden definecileri, mıknatıs taşıyla ay tozları
toplayan simyacıları yutuyor, geriye masallarını bırakıyordu. Bunlar İlk Bağdat
Masal'ına ekleniyor, kâhinin, simyacının ve definecinin boynu vurulmuş
bedenleri yeraltında yatarken, ruhları bu masalın cüzleri olarak ay altında dar
sokaklarda dolaşıyordu. Yeri geldiğinde lamba içlerine, halı püsküllerine
siniyor, fırsat bulduklarında ise yeni düşlere ve
tasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimar ne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimar kadar büyütemiyordu.
Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların, madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basra kapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyen aygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı, akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerin yayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.
İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hasta madenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kız istemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları, gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonuca bağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basa dolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in "Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodruma kadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaç derinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıp hava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kale görünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzükle bir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdan başka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalar vasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılara ve fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeride sık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaç dengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelere hapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı. Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işte böyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmen varabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir iş olmadığıydı.
tasarılara girip yeni masallar yaratıyorlardı. Yaşayan vârisleriyle ilk mimar ne kadar köşk, kasır, kâşane ve saray yaparsa yapsın, Bağdat'ı ikinci mimar kadar büyütemiyordu.
Bilginlerin esrarengiz yazıları incelediği Darüssena, simyacıların, madrabazların ve daha nicelerinin düş gücünü azdıren bu dairevi şehrin Basra kapısının karşısındaydı. Bu binanın zemin katında, kendi kendine işleyen aygıtların yapıldığı, altını iki katına çıkaran formüllerin sınandığı, akıllara durgunluk veren silahların denendiği işlikler vardı. Burada aletlerin yayları kurulur, sarkaçlar koyverilir, pergeller döner, imbikler fokurdardı.
İkinci katta ise bu âlemin gidişatına yön veren ilkeler incelenirdi. Hasta madenleri, saf halleri olan altına dönüştürecek eliksirin hassaları, kız istemek ve savaş açmak için uygun zamanları gösteren takvimlerin ayrıntıları, gezegenlerin tuzlar üzerindeki etkileri burada tartışılır ve sonuca bağlanırdı. Üçüncü ve son kat ise, rafları kitaplar ve parşömenlerle tıka basa dolu olan o kadar muazzam bir kütüphaneydi ki, burada Halid bin Yezid'in "Firdevs el Hikme"sini bulmak bile mümkündü. Bu binada ayrıca çatıdan bodruma kadar inen ve ağzında sağlam bir kapak bulunan bir "kuyu" vardı. On kulaç derinliğinde olan bu kuyunun dibinden gökbilimciler, bir düzenekle kapağı açıp hava aydınlıkken bile yıldızları gözleyebilirlerdi. Küçük bir kale görünümündeki Darüssena'ya bir casusun ya da parmağında zehir dolu bir yüzükle bir intahar fedaisinin sızması mümkün değildi. Çünkü buranın bir tek kapıdan başka girişi yoktu. Gündüzleri tavandaki delikten giren güneş ışığı aynalar vasıtasiyle bütün odalara, işliklere ve hücrelere yansıtılırdı. Kundakçılara ve fedailere karşı türlü tuzaklar geliştirilmişti. Damda, avluda ya da içeride sık sık, ya Zühre'nin ışığının erbezlerini patlattığı bir Moğola, ya da mizaç dengesi bozulup gözleri taşa dönüşmüş bir Gazneliye, yahut madeni şişelere hapsolmuş Karmatlılara rastlanırdı. Bilginler, kurşun lahitten kalıbını aldıkları anlaşılmaz yazıları işte böyle bir yerde inceliyorlardı. Sabahtan bu yana kafa patlatmalarına rağmen varabildikleri yegâne sonuç bunun, içinden kolayca çıkılabilecek bir iş olmadığıydı.
Esrarengiz metin şu ifadeyle
başlıyordu:
"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi: 'Sağdakilerin en üstünden soldakilerin en altına inersen cehennemin kapısını bulursun'".
"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi. Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağı apaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göre ahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise soluna toplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin en alçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadar herşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlam vermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf bir Yunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:
"en toutois e aitia tes melainas koles
esti filia kai o sitos o skleros. outos, noso
gignetai e lupe en tuma kai en somati melaina
kole. aute kole mekanetai malista ton karkinon
en geronti kai filomania en neania, osper outosf
rontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. o
poros tou nosou melainas koles d'esti me melein,
upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagke
estein kuamon kai labraka, etera esti kakos.
frontizetin dei ton kalon tina."
Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyle tercüme etmişlerdi:
"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk ve
kuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta ruhta keder
ve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safra
yaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğine
yol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisini
düşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresi
ise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahat
yaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardan
yemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi bir
şeyi düşünmek icab eder."
Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhiz usulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı. Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. Fakat Gassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonunda içlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiği gibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zor bela zaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine önce hiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklama bulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü bir üzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar. Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.
"Hakikatin Efendisi günahkâra şöyle dedi: 'Sağdakilerin en üstünden soldakilerin en altına inersen cehennemin kapısını bulursun'".
"Cehennemin kapısı", bilginlerin bir çoğunu korkutmamış değildi. Gelgelelim taşıdıkları muskaların onları bu uğursuz ibareye karşı koruyacağı apaçıktı. Yine de akıllarına binbir türlü düşünce geldi. Yazıldığına göre ahrette, cennetlikler Peygamber Efendimizin sağına, cehennemlikler ise soluna toplanacaktı. Öyleyse sağdakilerin en üstünü ve şereflisi, soldakilerin en alçağı ve soysuzu olduğunda cehennemin kapısı ona açılacaktı. Buraya kadar herşey makul görünüyordu, fakat metnin geri kalan kısmına nasıl bir anlam vermek gerekecekti? Çünkü, Hakikatin Efendisinin sözünden sonra, tuhaf bir Yunancayla yazılmış bir metin başlıyordu:
"en toutois e aitia tes melainas koles
esti filia kai o sitos o skleros. outos, noso
gignetai e lupe en tuma kai en somati melaina
kole. aute kole mekanetai malista ton karkinon
en geronti kai filomania en neania, osper outosf
rontizei ten filen, siopei de dia tes emeras. o
poros tou nosou melainas koles d'esti me melein,
upaluskein de epitumia kai diagein radios, anagke
estein kuamon kai labraka, etera esti kakos.
frontizetin dei ton kalon tina."
Yunanca bir tıp kitabından alınmışa benzeyen bu metni bilginler şöyle tercüme etmişlerdi:
"Bu kilerde melankolinin nedeni aşk ve
kuru gıdadır. Böylece bu hastalıkta ruhta keder
ve bedende kara bir safra oluşur. Bu kara safra
yaşlılarda urlara, gençlerde ise aşk deliliğine
yol açar, öyle ki, genç gün boyunca sevgilisini
düşünür ve susar. Melankoli hastalığının çaresi
ise kaygılanmamak, tutkudan kaçınmak ve rahat
yaşamaktır. Baklagillerden ve lezzetli balıklardan
yemek gerekir, başkaları kötü gelebilir. İyi bir
şeyi düşünmek icab eder."
Melankolinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklayan, tedavi ve perhiz usulleri hakkında bilgi veren bu metin bilginlerin kafasını iyice karıştırdı. Bazıları bizzat bu hastalığın cehennemin kendisi olduğunu düşündüler. Fakat Gassal'ı yenilmez kılan güç, bu hastalığın neresinde olabilirdi? Sonunda içlerinden biri, melankolinin de bir tür delilik olduğunu, herkesin bildiği gibi bazı delilerin olağanüstü güçlü oldukları için zincirle zor bela zaptedildiklerini söyledi. Gassal'ın Cabir'i deli kuvvetiyle yendiğine önce hiç kimse inanmak istemedi. Gel gör ki bir süre sonra, başka bir açıklama bulamadıklarından bu fikre sarılmak zorunda kaldılar ve olağanüstü bir üzüntünün inanılmaz bir kuvveti nasıl sağlayabileceğini bulmaya çalıştılar. Öğle vaktine kadar henüz bir sonuca erişememişlerdi.
İhsan
Oktay Anar, 1996, yayınlanmamış bir kitabından
Kaynak: Kitap-lık
dergisi, Eylül-Aralık 1996
Etiketler:
Anka,
Araf,
Aşk,
Bağdat,
Cehennem,
Cennet,
Darüsselam,
Darüssena,
Feniks,
Harut,
İhsan Oktay Anar,
insan,
kendini tanı,
Marut,
melankoli,
Simurg,
Tamu,
Venüs,
Zühre,
Zümrüd'ü Anka
10 Ekim 2013 Perşembe
İç yaşam ve ruh sağlığı
Bugün 10 Ekim Dünya ruh sağlığı günü...
İç gelişimimize ayırdığımız zamana daha az değer vermenin sonucu olarak günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilendiği, bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bildirilmektedir.
Sağlık, sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak açıklar.
Yaşayan bir organizmada, organizmanın dengede olduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Bu dengeli durumda organizmaya giren ve organizmadan çıkan madde ve enerji miktarı (organizmanın normal büyüme sürecinde kullanılan madde gözardı edildiğinde) yaklaşık olarak eşittir ve böylece organizmanın hayatta kalması gerçekleşir.
Her gün harcadığımız ve bizden çıkan madde ve enerji ihtiyacımızı nereden hangi kaynaklardan karşılıyoruz ?
Hızlı ve tüketime yönelik bir dış yaşam her şeyin önüne geçiyorsa, gün içinde bir kaç dakika içimize dönemiyorsak nasıl ayakta kalabiliriz ? Yaşam mücadelesine kapılıp...yaşamayı unutmadan ?
İnsan olmanın doğasına uygun olarak her açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmemiz için sadece beden sağlığımıza değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal yönlerimizin de sağlığına özel göstermemiz gerektiğini hatırlayalım.
Dış yaşam bize bağlı olmayan şeylerle doludur. Ancak iç yaşam bizim elimizdedir. İç yaşam merkezde olmaktır, insan olmanın ve hayatın derin anlamının bilincinde olmaktır.
İç yaşam, yaşam tamlığı anlamına gelir. Bir denge olmalıdır; zihnin ve kalbin dengesi, gücün ve bilgeliğin dengesi, hareketin ve durmanın dengesi. Yolculuğun gerilimine dayanmayı sağlayan ve yolunda ilerlemesine izin veren dengedir.
İç yaşam iki şeyden oluşur: Bilgi ile eylem ve zihin berraklığı ve dinginlik.
İç yaşamı geliştirmek için özel durumlara, olaylara, mekanlara, elini eteğini yaşamdan çekmeye gerek yoktur, aranılan bu değildir. Aksine doğal, canlı ve hayatın tam içinde ve merkezinde olmaktır.
İnsanın bütünsel sağlığı, özü sözü bir, ruhu, zihni, bedeni aynı çizgide, aklı ile kalbi uyum içinde, iç yaşamı ile dış yaşamı dengede olduğunda gerçekleşir.
"İnsan ancak ruhu dolu olduğu zaman mutlu ve sağlıklı olur." DSG
Bflex@lifeinflux
10.10.2013 gÖZtepe
İç gelişimimize ayırdığımız zamana daha az değer vermenin sonucu olarak günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilendiği, bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bildirilmektedir.
Sağlık, sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak açıklar.
Yaşayan bir organizmada, organizmanın dengede olduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Bu dengeli durumda organizmaya giren ve organizmadan çıkan madde ve enerji miktarı (organizmanın normal büyüme sürecinde kullanılan madde gözardı edildiğinde) yaklaşık olarak eşittir ve böylece organizmanın hayatta kalması gerçekleşir.
Her gün harcadığımız ve bizden çıkan madde ve enerji ihtiyacımızı nereden hangi kaynaklardan karşılıyoruz ?
Hızlı ve tüketime yönelik bir dış yaşam her şeyin önüne geçiyorsa, gün içinde bir kaç dakika içimize dönemiyorsak nasıl ayakta kalabiliriz ? Yaşam mücadelesine kapılıp...yaşamayı unutmadan ?
İnsan olmanın doğasına uygun olarak her açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmemiz için sadece beden sağlığımıza değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal yönlerimizin de sağlığına özel göstermemiz gerektiğini hatırlayalım.
Dış yaşam bize bağlı olmayan şeylerle doludur. Ancak iç yaşam bizim elimizdedir. İç yaşam merkezde olmaktır, insan olmanın ve hayatın derin anlamının bilincinde olmaktır.
İç yaşam, yaşam tamlığı anlamına gelir. Bir denge olmalıdır; zihnin ve kalbin dengesi, gücün ve bilgeliğin dengesi, hareketin ve durmanın dengesi. Yolculuğun gerilimine dayanmayı sağlayan ve yolunda ilerlemesine izin veren dengedir.
İç yaşam iki şeyden oluşur: Bilgi ile eylem ve zihin berraklığı ve dinginlik.
İç yaşamı geliştirmek için özel durumlara, olaylara, mekanlara, elini eteğini yaşamdan çekmeye gerek yoktur, aranılan bu değildir. Aksine doğal, canlı ve hayatın tam içinde ve merkezinde olmaktır.
İnsanın bütünsel sağlığı, özü sözü bir, ruhu, zihni, bedeni aynı çizgide, aklı ile kalbi uyum içinde, iç yaşamı ile dış yaşamı dengede olduğunda gerçekleşir.
"İnsan ancak ruhu dolu olduğu zaman mutlu ve sağlıklı olur." DSG
Bflex@lifeinflux
10.10.2013 gÖZtepe
5 Ekim 2013 Cumartesi
İnsan yedikleriyle değil, hazmettikleriyle yaşar...
Beslenmemize, bedenimize gösterdiğimiz özeni aklımıza gösteriyor muyuz ?
Bilgi oburu olduk mu bir kere farklı tatlar peşinde koşarak bir ömür geçer...
Geçer de özümüz, ruhumuz belki de açtır hala...
Bizi bekler sabırla, arada bir yılmadan fısıldar belki duyarız diye...
Kadrimizi bilelim..İnsanın kadri öğrendikleri üzerine derin düşünerek, tefekkür ederek, onları hayatın içinde eyleme dökerek ortaya çıkar, bedenlenir.
Tüketimden üretime geçelim, aklımızı insan olmaya layık kılmak için kullanmaya cüret edelim...
Suretten öze geçelim...
22 Eylül 2013 Pazar
Herakles'in on iki denemesi ve sembolizmi
Bugün
bize bunlar öğretilmese de, Yaşamın amacının daha fazla tüketmek olmadığı
ihtimalini düşünelim.
Yaşamın
amacının ünlü olup herkesin gözüne girmek olmadığı ihtimalini düşünelim.
Yaşamın
amacının, zengin olmak veya sadece yaşam sürdürmek olmadığını düşünelim.
Yaşamın
amacının çok şeylere sahip olmak olmadığını düşünelim.
Yaşamın
amacının, insanın öncelikle kendine sahip olması gerektiği ihtimalini
düşünelim.
Kendi
iç macerasında, kendi kusurlarını yenmek olduğunu, bunun belki de sahip
olduğumuz unvanlardan, çok daha fazla huzur verebileceği ihtimalini düşünelim.
Biz,
ruhsal bir macera yaşıyoruz.
İnsanlığa
cömertçe hizmette bulunmak için kendimizi tanımak ve kendimizi yönetmek
zorundayız.
Hedef
her zaman aynıdır, denemelerden geçerek yaşanacak bir iç zafer; diğerlerine
hizmet etmek için kişinin kendisine hakim olmasıdır.
İhtiyacımız
olan Herakles’in on iki işi aşıp, insanlık için çalışması ve ölümsüzlüğe
ulaşması gibi, kendi bencil isteklerimizi ve kusurları aşıp, evrensel amaçlar
için çalışmaktır.
Herakles Miti ve Nasıl Kahraman Olunur?
Dünya ahlâki olarak günden güne çökmekte. Artık sokağa çıkmaya korkuyoruz. Otobüs şirketleri, koltuklara uyarı niteliğinde “lütfen yanınızda oturan kişinin ikramlarını kabul etmeyiniz” yazısını asıyorlar. Çocuklarımız, televizyonu açtığında, bir medya patronunun “halkın istediğini veriyoruz” yalanıyla ve daha fazla haksız kazanç amacıyla oynattığı yarışma programlarında, alçak gönüllülük yerine kibiri, sevgi yerine nefreti, uyum yerine rekabeti, cömertlik yerine bencilliği, aşk yerine şehveti öğretiyorlar.
Toplumsal rekabet ve uyuşmazlık, yollarda seyahat ederken, hastanelerde sıra beklerken, yaşamın her alanında belirgin bir şekilde gözüküyor. Gazetelerdeki yazılarda, televizyon dizilerinde, hatta arkadaşlık sohbetlerinde herkes kendi iyi yönleriyle kibirlenip, başkalarının kötü özelliklerinden bahsedip bunlara kızıyor. Üniversite öğrencileri, dünyaya daha iyi bir şey bırakmak için çalışmak yerine, kafeteryalarda ya tavla oynayıp çay içiyorlar, ya da yarışma programlarının kritiğini, sosyolojik bir inceleme yalanı altında yapıyorlar.
Hepimiz aynı kısır döngüde, dünyayı tüketerek yaşamaktan rahatsızız. Ancak gözlerimiz gülmese de, yüzümüz mutluluk maskesiyle kaplanmış durumda. Daha iyi bir dünyaya ihtiyaç var ama nasıl yapacağımızı bilmiyoruz.
Felsefe, tarih ve mitoloji bize öneri sunuyor. Ne dini, ne de politik olan bir öneri. Geleneksel bilgi, mitolojinin gölgesinde gizlenmiş olarak, daha iyi bir insan ve dünyanın formülünü bize sunuyor. Theseus’le, Odysseus, Arjuna’yla, Herakles’le, Rama’yla, Gılgamış’la bizi kahraman olmaya çağırıyor. Bu yazıda Herakles’ten bahsedeceğiz.
HERAKLES’İN ON İKİ İŞİ
Herakles’in 12 işi kuzeni Eurystheus’un emri üzerine yerine getirdiği işlerdir. Apollon kâhini ona, on iki yıl boyunca kuzeninin hizmetinde çalışmasını emretmişti. Herakles bu denemelerin sonunda ölümsüzlüğe ulaşacaktı. Bunlar:
1. NEMEA ASLANI:
Bu canavar Nemea bölgesini kasıp kavuruyordu. Orada oturanları ve onların sürülerindeki hayvanları parçalayıp yiyordu. Canavar iki çıkışlı bir mağarada oturuyordu ve vücudu yara almaz nitelikteydi. Herakles ona ok atmakla işe başladı, ama çabaları boşa gitti. Bunun üzerine canavarı gürzüyle korkutarak mağarasına girmeye zorladı ve girdikten sonra da girişlerden birini tıkadı. Daha sonra mağaraya girip onu kollarıyla kavradı ve boğdu. Aslan ölünce, Herakles onun postunu yüzerek kafasına geçirdi. Aslanın kafası ona miğfer görevi görüyordu. Bu post ne demir, ne de ateş işleyen bir posttu.
2. LERNE HYDRA’SI
Lerne Hydra’sı Herakles’i sınamak için özel olarak yetiştirilmiştir. Bu Hydra çok başlı bir yılana benziyordu. Hydra’nın her bir ağzından çıkan soluk o kadar öldürücüydü ki, o uyurken bile yanına yaklaşanlar için ölüm kaçınılmazdı.
-Hydra, ülkenin ürünlerini ve hayvan sürülerini telef ediyordu. Herakles onun hakkından gelebilmek için alevli oklar kullandı kafalarını kesmek için ise, Harpe isminde bir silah kullandı. Kafalarını yeniden bitmesini önlemek için, Herakles, İolaos’tan yakındaki ormanı ateşe vermesini istedi. Böylece kesilen her başın yerini yanan odunlarla dağlayarak, başların yeniden çıkmasını önledi. En ortadaki baş, bazılarının söylendiğine göre ölümsüzdü. Buna rağmen Herakles onu da kesip toprağa gömdü; sonra da üzerine kocaman bir kaya yerleştirdi. Ve nihayet, Herakles, oklarını Hydra’nın kanına batırarak, onları zehirli bir hale getirdi.
3. ERYMANTHOS YABAN DOMUZU:
Eurystheus’un Herakles’i koştuğu üçüncü iş, Erymanthos’ta yaşayan canavar bir yaban domuzunun canlı olarak yakalanıp getirilmesiydi. Herakles, haykırışlarıyla hayvanı ininden çıkmaya zorladı ve ülkeyi kaplayan kalın bir kar tabakasına doğru sürüp, iyice yorduktan sonra onu yakaladı ve omzuna vurup Mykenai’ye getirdi. Campania’da Erymanthos yaban domuzunun dişleri bir adak eşyası olarak teşhir edilmekteydi.
4. KERYNEİA GEYİĞİ:
Dördüncü iş, Oinoe’de yaşayan bir dişi geyiğinin yakalanmasıydı. Ürünleri talan eden devasa bir hayvan olan bu geyik, bir vakitler Artemis’in Lykos dağında otlarken bulduğu beş geyikten biridir. Boynuzları altın yaldızlı ve boğa kadar iri geyiklerdi bunlar. Tanrıça bunlardan, dördünü alıp, dört koşumlu arabasına koymuştu.
Beşincisi Hera’nın emriyle, daha ileride Herakles’in sınamalarından birinde kullanılmak üzere, Keryneia dağında kendine sığınacak bir yer bulmuştu. Hayvan Artemis’e adanmıştı ve boynunda “Taygete beni Artemis’e adadı” yazılı bir kolye taşıyordu. Dolayısıyla onu öldürmek bir yana, ona dokunmak bile günahtı. Bu geyik çok hızlı koşuyordu. Herakles bir yıl peşinden koşmasına rağmen onu yakalayamadı. Ama sonunda geyik yoruldu ve Artemision dağına sığındı. Herakles, burada da onun peşini bırakmayınca, geyik Arkadhia’daki Ladon ırmağını geçmek istedi ve işte o zaman Herakles, onu okla hafifçe yaraladı. Geyik yaralanınca Herakles onu kolayca yakalayıp sırtına vurdu. Ne var ki, Arkadhia’dan geçerken Artemis’le Apollon’a rastladı. İki Tanrı kendilerine ait olan hayvanı geri almak istediler ve ayrıca, onu, hayvanı öldürmeye kalkışmakla suçladılar. Oysa böyle bir şey dine saygısızlık demekti. Sonunda Tanrılar geyiği ona geri verdiler ve yoluna devam etmesine izin verdiler.
5. STYMPHALOS GÖLÜ KUŞLARI:
Arkadhia’da, Stymphalos Gölü kıyılarındaki sık bir ormanda yaşayan kuşlar, vaktiyle bir kurt istilasından kaçarak buraya sığınmışlardı. Burada olağanüstü bir bollukla üreyen kuşlar, sonunda ormanın bulunduğu ülke için bir afet oluşturur hale gelmişlerdi. Hatta bu kuşların insan bile yiyen avcı kuşlar olduklarını, son derece sivri çelikten tüyleri olduğunu ve istediklerinde ok gibi fırlattıklarını söyleyenler bile vardır. Bu yüzden Eurystheus, Herakles’e bu kuşları yok etmesini söyledi. Bütün güçlük, kuşları barındıkları sık ormandan dışarı çıkartmaktaydı. Bunu sağlamak için, Athena tarafından kendisine verilen, tunçtan çalparalardan yararlandı. Çalparaların sesinden ürken kuşlar, sık ağaçlardan dışarı fırladılar. Herakles de onları oklarıyla öldürdü.
6. KRAL AUGEİAS’IN AHIRLARI:
Augeias, Pelopenisos’ta bir Elis kralıydı. Güneşin oğluydu. Babasından kalma birçok sürüsü vardı. Fakat ahırlarında biriken gübreleri kaldırtmayı ihmal ediyor ve bu yüzden toprakları gübreden yoksun bırakarak ülkeyi verimsizliğe itiyordu. Kahramanı, aşağılık bir işe sürerek, onu küçük düşürmeyi isteyen Eurystheus’un buyruğu üzerine, Herakles bu ahırlardaki gübreleri kaldırmak zorunda kaldı. Herakles, Alpheios ve Peneios adlı iki ırmağı ahırların avlusuna çevirerek bu güç işi başardı.
7. GİRİT BOĞASI:
Girit boğası, Minos’un denizden çıkacak ilk yaratığı Poseidon’a kurban edeceğine söz verdiği bir gün, denizden çıkagelmiş mucizevî bir boğa idi. Fakat boğanın güzelliğini gören Minos, onu kendi sürülerine kattı ve Poseidon’a daha az değerli olan başka bir boğa kurban etti. İşte, Eurystheus, Herakles’i, bu azgın hayvanı canlı olarak kendisine getirmekle görevlendirdi. Herakles boğayı yakaladı ve onu Eurystheus’a sundu. Eurystheus hayvanı Hera’ya adamak istedi. Ama Tanrıça, Herakles adına sunulan bir takdimeyi kabul etmedi ve boğayı serbest bıraktı. Boğa Argolis’i kat edip, Korinthos berzahını geçti ve Atike’ye ulaştı.
8. DİOMEDES’İN KISRAKLARI:
Diomedes, bir Trakya kralı idi. İnsan etiyle beslenen dört kısrağı vardı. Kısrakların adları; Podagros, Lampon, Ksanthos ve Deinos idi. Herakles, Trakya’ya kara yoluyla tek başına gitti ve Diomedes’i kısraklarına yem olarak yedirdi. Bunun üzerine hayvanlar sakinleştiler ve Herakles’in yedeğinde uslu uslu gittiler.
9. KRALİÇE HİPPOLYTE’İN KEMERİ:
Herakles, Amazonlar kraliçesi Hippolyte’nin kemerini ele geçirmek için Amazonlar ülkesinin limanı Themiskyra’ya vardı. Burada Hippolyte kemerini vermeye razı oldu, ama bir amazon kılığına giren Hera, kahramanın maiyetindekilerle Amazonlar arasında bir kavga çıkardı. Kavga giderek düzenli bir muharebeye dönüştü, aldatıldığını düşünen Herakles, Hippolyte’yi öldürdü.
10. GERYONEUS’UN SIĞIRLARI:
Khrysaor’un oğlu Geryoneus’un Erythia adasında, çobanı Eurytion’un bakımında, muazzam sığır sürüleri vardı. Eurytion’un yanında ona yardımcı olarak, Typhon’la Ekhidna’dan doğma canavar köpek Orthus bulunuyordu. Oradan çok uzak olmayan bir yerde, Hades’in çobanı Menoiotes, bu tanrının sürülerini oynatıyordu. Erythia adası uzak batıdaydı. Eurystheus, Herakles’e işte buraya giderek bu değerli sürüleri getirmesini emretti. İşin güç yanı, her şeyden öte, Okeanos’u geçmekti.
Herakles, sorunu çözmek için güneşin kupasını ödünç aldı. Bu, güneşin her akşam, Okeanos’a vardıktan sonra, dünyanın Doğusundaki sarayına dönmek için bindiği büyük kupaydı. Güneş, kupasını kahramana elbette ki kendiliğinden vermedi. Kahraman, Libye çölünden geçerken güneşten ve sıcaktan o kadar rahatsız oldu ki, yıldızı oklarıyla tehdit etti. Güneş ondan ok atmamasını rica etti. Okeanos’u geçmesi için kupasını ödünç verdi. Kupaya binip Okeanos’a açılan Herakles bu defa da Tanrı Okeanos’u oklarıyla tehdit etti. Çünkü Okeanos, Herakles ‘i sınamak için üzerindeki kupayı sertçe sallamaya başlamıştı. Oklardan korkan Okeanos, hemen durdu ve yolculuk sakinleşti.
Böylece Herakles Erythia’ya vardı. Orada, köpek Orthos onu görüp üzerine saldırdı. Ama Herakles onu bir gürz darbesiyle öldürdü. Köpeğinin yardımına koşan çobanı da aynı şekilde öldürdü. Sonra sığırlarla birlikte yola koyuldu. Yolda başına birçok maceralar geldi ve sığırların bir kısmını kaybetmesine rağmen, kalan sığırları Eurystheus’a verdi.
11. KÖPEK KERBEROS:
Eurystheus’ un Herakles’i koştuğu on birinci iş, Ölüler Diyarı’na gidip oradan köpek Kerberos’u getirmekti. Herakles, önce Eleusis sırlarını öğrendi. Bunlar, iman sahiplerine, öldükten sonra tam bir güven içinde öbür dünyaya ulaşmanın yollarını öğretiyordu.
Herakles çeşitli maceraların ardından Hades’in huzuruna çıktı ve ondan Kerberos’u alıp götürmesine izin vermesini istedi. Hades, bunu bir şartla kabul etti. Herakles bu iş için her zamanki silahlarını kullanmayacak, üzerinde sadece zırhı ve postu olacaktı. Gerçekten de Herakles Kerberos’a bu şekilde saldırdı; iki eliyle onun boynunu yakaladı ve köpeğin, akrep kuyruğundakini andıran bir iğneyle son bulan kuyruğunu ona tekrar tekrar batırmasına rağmen hasmını bırakmadı, böylece, sonunda Kerberos’u itaat altına aldı. Sonra da, avıyla birlikte Ölüler Diyarı’ndan çıktı. Avı Eurystheus’a götürdü. Eurystheus çok korktu. Bunun üzerine Herakles, köpek ile ne yapacağını bilemedi ve onu Hades’e geri verdi.
12. HESPERİSLER’İN ALTIN ELMALARI:
Hera ile Zeus evlendikleri zaman, yer, yani gaia, Tanrıçaya düğün hediyesi olarak altın elmalar hediye etmişti. Hera elmaları o kadar beğendi ki, onları Atlas Dağının yamacındaki bahçesine dikti. Fakat Atlas’ın kızları bahçeyi yağmalamayı huy edinmiş olduklarından, Hera harika elmaları ve bunların ağacını Typhon’la Ekhidna’dan doğma yüz kollu ve ölümsüz bir ejderin gözetimine verdi ve aynı zamanda akşamın üç Nymphsı olan Aigle, Eryhie ve Hesperarethousa adlı Hesperisleri başına bekçi olarak koydu. İşte Eurystheus’un Herakles’e getirmesini emrettiği altın elmalar bu elmalardı. Herakles’in ilk işi, Hesperisler’in ülkesine giden yolu öğrenmek oldu. Bu amaçla Makedonya üzerinden Kuzey’e doğru yola çıktı. Yolda, önce Ares’in oğlu Kyknos’la karşılaştı. Onunla dövüştü ve onu tepeledi. Tanrı Nereus’u bağlayarak ondan Hesperisler’in ülkesinin yerini öğrendi. Eridanos kıyılarından hareketle Libye’ye vardı, burada bir devle dövüştü. Bousuris’i yendi.
Kaf Dağına çıkarak, burada bir kayaya zincirlenmiş olarak duran ve bir kartalın her gün gelip, her gün yeniden oluşan karaciğerini yediği Prometheus’u zincirlerinden kurtardı. Dev ona teşekkür olarak elmaları kendisi toplamaması gerektiğini, onları Atlas’a toplatmasını söyledi. Herakles buradan Hyperborealılar ülkesine geldi. Atlas’a hemen yakındaki Hesperisler’in bahçesinden üç altın elma koparıp getirmesini önerdi ve bu sırada onun yükünü kendisinin taşıyacağını söyledi. Atlas öneriyi kabul edip elmaları koparıp geldi. Ancak Atlas elmaları Eurystheus’a bizzat teslim etmek istedi. Herkül kabul etti, ama sırtına bir yastık koymak için yükü bir süre Atlas’ın taşımasını isteyince, elmaları alıp kaçtı. Herakles elmaları Eurystheus’a götürünce, Eurystheus bu elmalarla ne yapacağını bilemediğinden, Tanrı Athena’ya sundu. O da elmaları tekrar eski yerine verdi.
HERAKLES’İN DENEMELERİNİN SEMBOLOJİSİ
Bütün bu mücadelelerden sonra Herakles ölümsüzlüğe ulaştı. Canavarlarla savaştı ve onları yendi, birçok maceralara, korkusuzca atıldı. Kahramanlık bu demekti çünkü fedakâr olmak, cesur olmak, güçlü olmak. Tüm dünyanın çıkarı için zorluklarla mücadele etmek. Gerekirse devlerle, gerekirse karanlıklar içinde köpek Kerberos’la.
Biz de içimizde bir kahraman taşıyoruz. Herakles gibi cesur ve fedakâr. İnsanlık için çalışacak, daha erdemli, daha bilgili olan bir yanımız var. Bir de canavarlar taşıyoruz içimizde. Çoğu kez bizi engellemeye ve bize hâkim olmaya çalışan ve üstün olan idealleri, ’’zor’’ maskesi altında durdurmaya çalışan. Biz de bir kahramanız. Herakles’in yaptığı gibi içimizdeki hayvanlarla mücadele ediyoruz. Tüm kahramanlık hikâyelerinde kahramanın karşısında, bazı hayvani varlıklar vardır. Biz insanlarda, birer kahramana dönüşmemizdeki engel bizim hayvani olan özelliklerimizdir. Canavarlar bizim bencil arzu ve isteklerimizdir. Sadece kendilerini düşünürler. İyi bir şey yapmak istediğimizde,’’enayi’’ sıfatıyla anılmaktan korkarız. Birine, bir yardım etmek istediğimizde, kaybetmekten korkarız. Ölçülü olmak istediğimizde, alışkanlıklarımıza veda etmekten korkarız.
Fizik, yalnız kendi konforunu düşünür, duygular hep kendisinin pohpohlanmasını bekler, zihin kendi düşündüğünün doğru olmasını ister. Herakles’in savaşı, kendi bedeninin ve kendi isteklerinin hâkimi olma yolunda, kendi kendini deneyen insanın savaşıdır.
Fiziksel isteklerimiz Nemea Aslanı gibi yırtıcıdır. Bizim ne yapmamız gerektiğini hiç düşünmezler. Varlıklarını sürdürmek bahanesiyle hep daha fazlasını isterler. Ancak çoğu kez ihtiyacı olandan fazlasını isteyerek bizi aldatırlar. Çalışmamız gerektiğinde başımızın ağrıması ya da canımızın gezmek istemesinin nedeni hep budur. Ancak isteklerin hâkimi olursak, onların güçleri bize geçer. Aynı Herakles’in Nemea aslanını yendikten sonra postunu üzerine geçirmesi gibi.
Bencil istekler, aynı Lerne Hydra’sı gibi çok başlıdır. Binlerce hevesimiz vardır, bir onu yapmak isteriz bir bunu. Ama sonunda bakarız ki hiçbir şey yapmamışız. Onları sınırlamak gerekir.
Erymanthos yaban domuzu gibi inatçı bir yanımız vardır. Bazen bir şeyi isteyince veya başımıza kötü bir şey gelince, inimizden çıkmak istemeyiz, ne dostları düşünürüz, ne de dünyayı.
Kusurlarımız ve bencil isteklerimiz Keryneia geyiği gibi kıvraktır. Onları tam alt ettiğimizi düşünürken, bir yolunu bulup elimizden kaçarlar. Geyik gibi altın boynuzludurlar, yani bize çok değerli görünürler. En ufak kusurumuzu bile sahiplenme eğilimindeyizdir. Yanlış bir şey yapınca, kesinlikle kabullenmeyiz, ağzımızdan çıkan yanlış bir şey dahi olsa, sırf bizim ağzımızdan çıktı diye sonuna kadar onu savunuruz. Aşmanın yolu dikkatli ve sabırlı bir şekilde onları izleyip, sonunda yorarak yenmektir.
Alışkanlıklar doyurulunca yok olur gibi gelir bize, ama aslında çoğalırlar. Aynı Stymphalos gölü Kuşları gibi. İzin verdin mi çoğalırlar. İnsan tembelse, bir kez daha 10 saat uyuyayım bundan sonra hep zamanında uyanacağım, der. Bu sırada aslında daha da tembel olur. Tek yol, onları ortaya çıkartıp avlamaktır.
Bazen denemeler, gururumuza dokunur. Birine yardım etmek isteriz, ama insanların dalga geçmesinden korkarız. Temizlik yapmak isteriz, ama kirlenmekten korkarız. Ancak şanlara ve unvanlara değil, yapmamız gerekene bakmalıyız. Aynı Herakles’in aşağılayıcı da olsa, Kral Augeia’ın ahırlarındaki gübreleri temizlemesi gibi.
Öfkeli olan bir yanımız vardır. Aynı Girit boğası gibi. Başkalarının kusurlarını görünce, kendimizin de kusurları olduğunu unutup, öfkeden ne yapacağımızı bilemeyiz.
Diomedes’in dört kısrağı, Hint felsefesinde Arjuna’nın’ 4 atlı savaş arabasına benzer. İnsanın, Fiziksel, Enerjetik, Duygusal ve Zihinsel istekleridirler. Her biri kendi istediği yöne gitmek ister. Fizik dinlenmek, Enerjetik beden gezmek, duygular önemsenmek, zihin de istediğini düşünmek, o fikirden bu fikre atlamak ister. Amacımız onları yok etmek değil, onlara hâkim olmak, yorulunca dinlenmek, ihtiyacımız olunca gezmek ve düşünmemiz gerekeni düşünmektir.
Bazen talih bize zorluklarla görünür. Sırf biz daha güçlü olalım diye. Hera’nın Amazon kılığına girip, kavga çıkarması gibi.
Okeanos’u geçip Geryoneus’un değerli sığırlarını getirmek için güneşin kupasına ihtiyaç vardır. Karanlığı aşmak için aydınlığa, Kaos’u aşmak için Teos’a, cehaleti aşmak için bilgeliğe, bir taşıta, felsefeye ihtiyaç vardır.
İnsanın kendini aşması ilk başta zor gibi gözükür, Hades’e inip köpek Kerberos’la savaşmak gibi, çok karanlık bir yolculuk gibi görünür. Ama eğer kahraman bu denemeyi de aşarsa Hesperisler’in altın elmalarına ulaşma fırsatını yakalar. Yani kendi içindeki, mükemmel insana ya da Platon’un deyimiyle “Altın İnsana” dönüşme imkânını elde eder.
Biz, ruhsal bir macera yaşıyoruz. İnsanlığa cömertçe hizmette bulunmak için kendimizi tanımak ve kendimizi yönetmek zorundayız. Hedef her zaman aynıdır, denemelerden geçerek yaşanacak bir iç zafer; diğerlerine hizmet etmek için kişinin kendisine hâkim olmasıdır.
Gerçekleştirdikleri değerlidir, çünkü onlarda erdemleri bulunur. Her geçtiği denemeyle bir erdemini keşfeder.
“Dünyayı kötülüklerden temizlemek için ne bir Herakles, ne de bir Theseus olabilirsin. Ama içindeki kötülükleri ortadan kaldırmakla onlara benzeyebilirsin. Senin içinde, yaban domuzu, aslan ve ejder vardır, bunlara hâkim ol. Prokruste ile Skriron’u yeneceğine, acıya korkuya, tamaha, hırsa, kötülüğe, cimriliğe, hovardalığa, azgınlığa, hâkim ol. Bu ejderhaları ezmek için tek yol gerçeği düşünmek ve yalnız onun emirlerine boyun eğmektir.” Epiktetus
Materyalist dünya bize vermek için ille de fiziksel şeylere sahip olmamız gerektiğini öğretti. Ancak kahraman olmak için fiziksel olarak zengin ve güçlü olmamıza gerek yok. Zengin ve pelerin giyerek etrafta dolaşmamıza ve olağanüstü işler yapmamıza, dünyayı kötülüklerden kurtarmamıza ihtiyaç yok. Ancak kendi içimizdeki kötülüklerden kurtulmalıyız. Buda der ki; bencil tutkularla her şeye sahip olma isteği insana en çok acı veren şeydir. Sahip oluncaya dek, sahip olamadıklarımız bizi üzer. Sahip olunca ise, kaybetme korkusu bizi üzer. Sonunda, kendi istek ve arzularımızın kurbanı oluruz.
Bugün bize bunlar öğretilmese de, yaşamın amacının daha fazla tüketmek olmadığı ihtimalini düşünelim.
Yaşamın amacının ünlü olup herkesin gözüne girmek olmadığı ihtimalini düşünelim.
Yaşamın amacının, zengin olmak veya sadece yaşamı sürdürmek, olmadığının ihtimalini düşünelim.
Yaşamın amacının çok şeylere sahip olmak olmadığının ihtimalini düşünelim. Yaşamın amacının, insanın öncelikle kendine sahip olması gerektiği ihtimalini düşünelim. Kendi iç macerasında, kendi kusurlarını yenmek olduğunu, bunun belki de sahip olduğumuz unvanlardan, çok daha fazla huzur verebileceği ihtimalini düşünelim.
Amacımız içki sofrasında ve sohbetlerde dünyayı kurtarmak olmasın. Çünkü bunu yapan yeteri kadar kişi var ve sonuçlarını görüyoruz.
Kahraman mütevazıdır, pankartlarla meydanlarda değil, kusurlarıyla mücadele ederek iç yolculuğunda seyahat eder.
O dünyayı düzeltebilmek için önce kendisini düzeltmesi gerektiğini bilir. Bizi mahveden şey içinde bulunduğumuz sistem değil, içimizde bizi kasıp kavuran tutkularımız ve kusurlarımızdır. En kötü sistem bile iyi insanlarla birlikte mutluluk vericidir. En iyi sistem bile ahlâksızca yaşayanlar için tam bir işkence olur.
İhtiyacımız olan şey daha iyi bir politik sistem veya insanları sürekli bölen dini tarikatlar değildir.
“At şarkı söyleyemediği için mutsuz mudur? Hayır, ama koşamazsa mutsuz olur. Köpek uçamadığı için mutsuz mudur? Hayır, ama koku alamazsa mutsuz olur. İnsan aslanları boğamadığı ve olağanüstü işler yapamadığı için mutsuz mudur? Hayır, o bunun için yaratılmış değildir. Ancak, temizliği, iyiliği, vefayı, adaleti yitirdiği vakit mutsuz olur.” Epiktetus
İhtiyacımız olan Herakles’in on iki işi aşıp, insanlık için çalışması ve ölümsüzlüğe ulaşması gibi, kendi bencil isteklerimizi ve kusurları aşıp, evrensel amaçlar için çalışmaktır.
“Erdemi bütün dünyaya anlatmak isteyen eski insanlar önce kendi memleketlerini düzenlediler. Memleketlerini düzenlemek isteyenler, kendi ailelerine iyi olmayı öğretirler. Ailelerine iyi olmayı öğretmek isteyenler kendilerini yetiştirdiler. Kendilerini yetiştirmek isteyenler kalplerini düzelttiler. Kalplerini düzeltmek isteyenler, düşüncelerinde samimi oldular. Düşüncelerinde samimi olmak isteyenler, bilgilerini yükselttiler. Bilginin yükselmesi şeylerin incelenmesini sağlar.” Konfüçyüs
İhtiyacımız olan felsefi seçmeci insanın ortaya çıkmasıdır. Kendi hayatında doğru seçimleri yapması, tüm modaların, gereksiz televizyon programlarının, boş sohbetlerin, bencil zevklerin ötesinde daha değerli ve evrensel olan eylemlere yer vermesidir.
Bu zordur. Alçakgönüllü davranmak, kusurların, canavarların ve dünyayı yok eden düşmanların, ne politik sistemlerde ne de başka bir yerde, içimizde, kahramanın içinde olduğunu kabullenmek zor bir şeydir. Buda’nın dediği gibi “İnsanın kendi kendisini yenmesi, binlerce savaşta galip gelmesinden daha değerlidir.’’ Çünkü en zor savaş budur.
“Kötülüğe kolay ulaşılır, dümdüzdür yolu, ancak iyilikle aramıza alın teri koymuş Tanrılar, zordur, sarptır ona giden yol, ancak bir de ulaştın mı, kolaylaşır her şey.” Hesiodos
Evet zordur. Ama hediye beklemeyelim, çünkü hayat bir hediye değildir. Hayat daimi bir mücadeledir ve elde edilen her şey de bir zaferdir. Nasıl yaşayacağını bilen kişi kahramandır, BU ADI KULLANMASA BİLE.
Umut İLHAN,Araştırmacı
Kaynakça:
1-Yunan ve Roma Mitolojisi Sözlüğü, Pierre Grimal
2-Düşünceler ve sohbetler, Epictetus
3-Tanrısal Öngörü, Seneca
4-Mitolojiler Sözlüğü, Yves Bonnefoy
5-Konfüçyüs, Bir bilgenin hayatı ve felsefesi
6-Dhammapada ve gerçeğe giden yol, Siddharta Gotama Buda
7-Theogenia, İşler ve Günler, Hesiodos
Etiketler:
ezoterizm,
felsefe,
Herakles,
Herkül,
mitoloji,
on iki deneme,
semboloji,
umut ilhan
21 Eylül 2013 Cumartesi
Sabır...
Sabretmek öylece durup beklemek değil,
ileri görüşlü olmak demektir.
Sabır nedir?
Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü
tahayyül edebilmektir.
Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı
tatlı emer, hazmeder.
Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden
dolunaya varması için zaman gerekir.
Şems-i Tebrizi
20 Eylül 2013 Cuma
Mor salyangoz der ki...
As above so be love
Öz’üm...,
Var sana iki s’özüm;
Yerde ve gökte
Öz'ümle kavuşmayı bekliyorum ve istiyorum,
Öz'ümle hayatıma gelecek herşeyi istiyorum,
Açıyorum kapılarımı
Ve kollarımı...
Aşıyorum kalıplarımı...
Aşıyorum kalıplarımı...
11.11.2011, Paris
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)