7 Haziran 2013 Cuma

Seni böyle uzak, seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi kafamın içinde duymak


Verdiğimiz mücadele özgürlük ise, bir yerlerden dokunur bize Hikmet’in dizeleri…

Senin adını
kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
            ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
                                                   bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
                                                                yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
                                            şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
                      öyle bir dokunuyor ki içime
                                                      yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
        acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
                senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
              onun bu an
                              böyle zayıf
                                       böyle hodbin
                                                 böyle sadece insan
                                                                                oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
                     bana aylardır
                     kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
                                                                bu demirli pencere
                                                                     bu toprak testi
                                                                          bu dört duvardır...
Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
                               acayip fısıltısı
                                            toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
                                                         bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.
Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
                                                                 bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
                                                                kafamın içinde duymak...
 
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
                                              suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
                               yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
                                                     dışarda akşam olur,
                                                     bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
                                                              hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
                                         bittecrübe sabit...

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                  bu kadar mavi
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                  kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

Nazım Hikmet Ran, 1938
BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder