Bir an için sen su olduğunu düşün;
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez…
İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın.
Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!…
Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü ”Su nasılsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler.. Tıpkı, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamandı.
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; sana “felaket” denmesin! Suysan bir bardağa sığabil ki damarlara girebilesin!..
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu da unutma.
Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma… Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yaşam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara!
Ama yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını.
Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini… Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın…
Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!...
"Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!..” demeyeceksin.
"Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda..” Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil…
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Haydi… Sen şimdi ” su olduğunu” düşün ve kendini ” su gibi ” hisset…
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa… Ama yine su gibi "küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Hayat ver, yardımcı ol, vazgeçilmez ol.
Mevlana Celaleddin Rumi
25.04.2018, Çanakkale, BA
Kendini tanıma yolculuğunda bir seyir defteri . . . Be flex Life in flux . . . As above so below . . . So be Love ! . . . "Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir , hepsi birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler." Hermes Trimegistus
25 Nisan 2018 Çarşamba
25 Ağustos 2017 Cuma
BÜYÜCÜNÜN YOLU (OKYANUSTA BİR DAMLA)
Bir sabah Arthur, hasır yatağından kalktığında, Merlin'in karşıdaki mağaradan baktığını gördü.
“Kötü bir rüya gördüm” diye mırıldandı Arthur. "Dünyada bir tek ben kalmıştım. Benden başka kimsenin olmadığı ormanlarda ve yollarda dolaşıyordum."
“Rüya mı?” dedi Merlin. “O bir rüya değildi. Sen gerçekten de dünyadaki son insansın.”
“Ama bu nasıl olur?” diye sordu Arthur.
“Dünyadaki tek insanın, en son insan olduğunda da hem fikiriz değil mi?”
“Evet.”
“O zaman, insanların gelecekte ego dedikleri sana ait ben imajı'ndan bakarsak teksin.”
“Bunu nasıl söyleyebilirsin? Sen ve ben burada birlikteyiz, değil mi? Ve binlerce insanın yaşadığı köy ve kasabalardan geçtik.”
Merlin başını salladı. “Kendine dikkatlice bakarsan nesin ki? Deneyimlerini sürekli anılara dönüştüren bir yaratıksın.” “Ben” dediğinde, kendine özel geçmişini kimsenin paylaşamayacağı bir deneyimler yığınından bahsediyorsun.
“Anılar kadar özel bir şey olamaz. Sen ve ben birlikte yürüsek de, ayrı yollardan yürüdük. Bir çiçeğe seninle aynı deneyimi paylaşarak bakamam. Tek bir gözyaşı ve gülüş bile gerçekten bir başkasına verilemez.”
Merlin konuşmayı bitirdiğinde Arthur hüzünlü bir şekilde baktı ve "Sanki herkes yapayalnızmış gibi konuştun" dedi.
“Ben değil” diye yanıtladı Merlin. “Ego’dur seni yalnız kılan. Seni, kimsenin giremeyeceği bir dünyaya bağlar. Öğrencisinin endişelendiğini görünce sesini yumuşattı. Ama gene de ego bir kenara bırakılabilir. Benimle gel. Kalktı ve çocuğu mağaranın dışına, hala yıldızlarla dolu alacakaranlığa çıkardı.
“Sence şu yıldız ne kadar uzaklıktadır”? dedi Sirius yıldızını göstererek. Yazın ortaları olduğundan Sirius parlak bir şekilde ufukta belirmişti.
Bilmiyorum. “Ölçebileceğimden veya hayal edebileceğimden daha uzaktır herhalde” diye yanıtladı Arthur.
Merlin başını salladı. “Uzaklık yok. Şunu düşün: Yıldızı görmen için ışığının gözüne girmesi lazım, değil mi? Işıklar, görünmez bir köprü varmış gibi sürekli buradan oraya akıp dururlar. Yıldız, ışıktan başka nedir ki? Eğer ışık hem orada, hem burada, hem de aradaki köprüde ise, seninle yıldız arasında ayrılık yok demektir. Her ikiniz de tek bir ışık alanının parçalarısınız.”
“Ama çok uzakta görünüyor. Nihayetinde onu gökyüzünden sökemem” diye karşı çıktı Arthur.
Merlin omuz silkti. “Ayrılık yalnızca bir yanılsamadır. Benden ve diğer insanlardan ayrısın çünkü egon, hepimizin yalnız ve soyutlanmış olduğu görüşünü benimsemiş durumda. Ama seni temin ederim ki eğer ego’yu bir kenara bırakırsan, hepimizin sınırsız bir ışık alanı olan bilinçle çevrelendiğini göreceksin. Her düşüncen, bedenindeki hücrelerle birlikte, engin bir ışık okyanusundan çıkıp tekrar ona döner. Var olan her şeyin arkasındaki görünmez köprü olan bu bilinç alanı her yerdedir.”
“Yani diğer insanlara da ait olmayan hiçbir şeyin yoktur; ego'nun zannettiklerinin dışında. Senin yapacağın ego'yu aşmak ve bu evrensel bilinç okyanusuna dalmaktır.”
Arthur düşünceli bir şekilde baktı. “Söylediklerini düşünmem gerekecek.”
“Pekiyi, sen düşün” dedi Merlin esneyerek. “Benim uykum var.” Büyücü ılık ve
rahat mağaraya girmek üzere döndü.
Ego, deneyimleri seçme ve geri çevirme görevini üstlenmiştir. Sonuç olarak, reddettiği şeylerle arasında bir boşluk yarattığından dolayı soyutlanmaya neden olur. Siz ve reddettiğiniz şey arasında uçurum vardır. Sizinle benim aramda da uçurum var çünkü aynı deneyimleri yaşamamayı seçtik; ego'larımız ayrı.
Aslında, aynı şeyleri paylaşmanın tam anlamıyla mümkün olabileceğini düşünmeyiz. Ne ben sizin duygularınızı, korkularınızı, arzularınızı, hayallerinizi paylaşabilirim, ne de siz benimkileri. Yapabileceğimiz en iyi şey iletişim köprüleri kurmaktır ki genelde bunlar pek dayanıklı olmazlar. Doğumunuzdan itibaren en kişisel şeyleriniz, anılarınız, deneyimleriniz sizi yalnızlığa ve soyutlanmaya iter.
Ancak majisyen hiçbir zaman soyutlanmamıştır çünkü ego, onun dünyaya bakışını etkilemez. Ego ile, kişisel, paylaşılamaz benlik duygusu kastediliyor. Merlin bir keresinde Arthur'a "Becerebilirsen beni unutmaya çalış" dedi.
“Ne?” dedi Arthur şaşırmış bir halde. “Seni hiçbir zaman unutamam; ve unutmak da istemiyorum.” Merlin'in bir şekilde kendisini istemediğini düşünerek endişelendi. “Beni unutmak mı istiyorsun? diye sordu.”
“Ah, elbette” diye yanıtladı Merlin. “Görüyorsun ya, dost olmamızı istiyorum. Seni anımsadığımda aklıma ne gelir? Gerçek sen değil, ölü bir imaj. İşte hafıza bundan ibarettir; bir zamanlar yaşayan şey, ölü bir imaja dönüşür. Eğer seni her gün unutabilirsem, ertesi gün yeni bir sen görmek üzere uyanırım. İmajlardan sıyrılmış gerçek seni görürüm.”
Ego'yu bir kenara bırakmak demek, anıları bir kenara bırakmak demektir. Bu gerçekleştirildiğinde, insanlar artık soyutlanmazlar. Kişisel zihnimiz, dünyaya gözetleme deliğinden bakıyor gibi farkındalığımızı sınırlar. Majisyenin dünyasında herkes aynı evrensel bilinci paylaşır. Bu bilinç, hep akış halindedir ve tüm düşünceleri, tüm duyguları, tüm deneyimleri bağrına basar. “Bir kişi olduğun sürece" diye tembihledi Merlin, "okyanusta bir damla gibisin. Evrensel bilincin parçası olduğunda ise tüm okyanussun.”
“Bir damla, okyanusta eriyip yok olmaz mı?” diye sordu Arthur.
“Hayır; bir birey, bilinç okyanusunun deneyiminde bile kaybolmaz” diye Arthur 'u temin etti. Aynı anda hem kendin, hem de her şey olabilirsin. Bu, gizemli gelebilir ama böyledir."
Hepimiz bizi tanımladığından dolayı anılara tutunuruz. Ama ayrılık ve soyutlanmaya bir son vermek istiyorsanız, anıların sahte olduğunu görmeye niyetli olmanız gerekir. İyi bildiğiniz birini ele alalım; kocanız veya karınız, bir arkadaş veya kardeş. Onu zihninizde canlandırın ve bu kişi hakkında gerçekten neleri bildiğinizi sorun kendinize. Göz rengi, kilo, meslek ve adres gibi önemsiz şeyleri eleyin. Bunların yerine en kişisel özellikleri, hoşa giden ve gitmeyen şeyleri, en canlı anılarınızı ve ilişkilerinizi düşünün.
Bu çalışmayı bitirdiğinizde, bu kişinin doğru bir portresini çizdiğinizi zannedebilirsiniz. Ancak anımsadığınız her şey hafızanızdan gelir, bu yüzden de açıklamanız sizin kişisel bakış açınızdır. Aynı kişi, başka bir bakış açısından tamamen farklı olarak tasvir edilebilir. Sizin hoşunuza giden bir şeyden başkaları hoşlanmayabilir, sizin için anmaya değer bir şeyi başkası tamamen unutabilir.
Tanımlamanızdaki her şeyin göreli olduğunu anlamak için çok uzağa gitmenize gerek yok. Sizin uzununuz bir başkasının kısası veya vasatı olabilir. Ağır, hafif olarak görülebilir, açık tenli koyu, dostluk düşmanlık olarak, vs. algılanabilir. Aslında kişiyi değil, kendi bakış açınızı tanımlıyorsunuz.
Dahası bu kişiyle yaşadığınız deneyimlerin sadece size ait olması, tanımlamalarınızı daha da size özel kılıyor. Eğer bir başkası hakkında bildiğinizi sandığınız her şey dolaylı olarak sizinle ilgili ise, hafızanın soyutlamaya yaradığı ortadadır. Kimsenin giremeyeceği izolasyon kabukları yaratarak, tamamen olmasa da, dünyayı kendi kişisel görüşümüze göre parçalara ayırırız.
Bakış açımız tamamen göreli olduğundan, gerçek olduğu söylenemez. Gerçek, bir bakış açısına dayalı değildir; o yalnızca vardır. Çoğumuz, kendi özel dünyalarımızda yaşarız ve gerçekle pek temasa geçmeyiz. Duyular yanılsamada yaşar; büyücü ise gerçekte yaşar. Gerçeğin temel doğasını keşfetmek için anılar perdesinin ardına bakmak gerekir.
Dr. DEEPAK CHOPRA
Büyücünün Yolu
“Kötü bir rüya gördüm” diye mırıldandı Arthur. "Dünyada bir tek ben kalmıştım. Benden başka kimsenin olmadığı ormanlarda ve yollarda dolaşıyordum."
“Rüya mı?” dedi Merlin. “O bir rüya değildi. Sen gerçekten de dünyadaki son insansın.”
“Ama bu nasıl olur?” diye sordu Arthur.
“Dünyadaki tek insanın, en son insan olduğunda da hem fikiriz değil mi?”
“Evet.”
“O zaman, insanların gelecekte ego dedikleri sana ait ben imajı'ndan bakarsak teksin.”
“Bunu nasıl söyleyebilirsin? Sen ve ben burada birlikteyiz, değil mi? Ve binlerce insanın yaşadığı köy ve kasabalardan geçtik.”
Merlin başını salladı. “Kendine dikkatlice bakarsan nesin ki? Deneyimlerini sürekli anılara dönüştüren bir yaratıksın.” “Ben” dediğinde, kendine özel geçmişini kimsenin paylaşamayacağı bir deneyimler yığınından bahsediyorsun.
“Anılar kadar özel bir şey olamaz. Sen ve ben birlikte yürüsek de, ayrı yollardan yürüdük. Bir çiçeğe seninle aynı deneyimi paylaşarak bakamam. Tek bir gözyaşı ve gülüş bile gerçekten bir başkasına verilemez.”
Merlin konuşmayı bitirdiğinde Arthur hüzünlü bir şekilde baktı ve "Sanki herkes yapayalnızmış gibi konuştun" dedi.
“Ben değil” diye yanıtladı Merlin. “Ego’dur seni yalnız kılan. Seni, kimsenin giremeyeceği bir dünyaya bağlar. Öğrencisinin endişelendiğini görünce sesini yumuşattı. Ama gene de ego bir kenara bırakılabilir. Benimle gel. Kalktı ve çocuğu mağaranın dışına, hala yıldızlarla dolu alacakaranlığa çıkardı.
“Sence şu yıldız ne kadar uzaklıktadır”? dedi Sirius yıldızını göstererek. Yazın ortaları olduğundan Sirius parlak bir şekilde ufukta belirmişti.
Bilmiyorum. “Ölçebileceğimden veya hayal edebileceğimden daha uzaktır herhalde” diye yanıtladı Arthur.
Merlin başını salladı. “Uzaklık yok. Şunu düşün: Yıldızı görmen için ışığının gözüne girmesi lazım, değil mi? Işıklar, görünmez bir köprü varmış gibi sürekli buradan oraya akıp dururlar. Yıldız, ışıktan başka nedir ki? Eğer ışık hem orada, hem burada, hem de aradaki köprüde ise, seninle yıldız arasında ayrılık yok demektir. Her ikiniz de tek bir ışık alanının parçalarısınız.”
“Ama çok uzakta görünüyor. Nihayetinde onu gökyüzünden sökemem” diye karşı çıktı Arthur.
Merlin omuz silkti. “Ayrılık yalnızca bir yanılsamadır. Benden ve diğer insanlardan ayrısın çünkü egon, hepimizin yalnız ve soyutlanmış olduğu görüşünü benimsemiş durumda. Ama seni temin ederim ki eğer ego’yu bir kenara bırakırsan, hepimizin sınırsız bir ışık alanı olan bilinçle çevrelendiğini göreceksin. Her düşüncen, bedenindeki hücrelerle birlikte, engin bir ışık okyanusundan çıkıp tekrar ona döner. Var olan her şeyin arkasındaki görünmez köprü olan bu bilinç alanı her yerdedir.”
“Yani diğer insanlara da ait olmayan hiçbir şeyin yoktur; ego'nun zannettiklerinin dışında. Senin yapacağın ego'yu aşmak ve bu evrensel bilinç okyanusuna dalmaktır.”
Arthur düşünceli bir şekilde baktı. “Söylediklerini düşünmem gerekecek.”
“Pekiyi, sen düşün” dedi Merlin esneyerek. “Benim uykum var.” Büyücü ılık ve
rahat mağaraya girmek üzere döndü.
Ego, deneyimleri seçme ve geri çevirme görevini üstlenmiştir. Sonuç olarak, reddettiği şeylerle arasında bir boşluk yarattığından dolayı soyutlanmaya neden olur. Siz ve reddettiğiniz şey arasında uçurum vardır. Sizinle benim aramda da uçurum var çünkü aynı deneyimleri yaşamamayı seçtik; ego'larımız ayrı.
Aslında, aynı şeyleri paylaşmanın tam anlamıyla mümkün olabileceğini düşünmeyiz. Ne ben sizin duygularınızı, korkularınızı, arzularınızı, hayallerinizi paylaşabilirim, ne de siz benimkileri. Yapabileceğimiz en iyi şey iletişim köprüleri kurmaktır ki genelde bunlar pek dayanıklı olmazlar. Doğumunuzdan itibaren en kişisel şeyleriniz, anılarınız, deneyimleriniz sizi yalnızlığa ve soyutlanmaya iter.
Ancak majisyen hiçbir zaman soyutlanmamıştır çünkü ego, onun dünyaya bakışını etkilemez. Ego ile, kişisel, paylaşılamaz benlik duygusu kastediliyor. Merlin bir keresinde Arthur'a "Becerebilirsen beni unutmaya çalış" dedi.
“Ne?” dedi Arthur şaşırmış bir halde. “Seni hiçbir zaman unutamam; ve unutmak da istemiyorum.” Merlin'in bir şekilde kendisini istemediğini düşünerek endişelendi. “Beni unutmak mı istiyorsun? diye sordu.”
“Ah, elbette” diye yanıtladı Merlin. “Görüyorsun ya, dost olmamızı istiyorum. Seni anımsadığımda aklıma ne gelir? Gerçek sen değil, ölü bir imaj. İşte hafıza bundan ibarettir; bir zamanlar yaşayan şey, ölü bir imaja dönüşür. Eğer seni her gün unutabilirsem, ertesi gün yeni bir sen görmek üzere uyanırım. İmajlardan sıyrılmış gerçek seni görürüm.”
Ego'yu bir kenara bırakmak demek, anıları bir kenara bırakmak demektir. Bu gerçekleştirildiğinde, insanlar artık soyutlanmazlar. Kişisel zihnimiz, dünyaya gözetleme deliğinden bakıyor gibi farkındalığımızı sınırlar. Majisyenin dünyasında herkes aynı evrensel bilinci paylaşır. Bu bilinç, hep akış halindedir ve tüm düşünceleri, tüm duyguları, tüm deneyimleri bağrına basar. “Bir kişi olduğun sürece" diye tembihledi Merlin, "okyanusta bir damla gibisin. Evrensel bilincin parçası olduğunda ise tüm okyanussun.”
“Bir damla, okyanusta eriyip yok olmaz mı?” diye sordu Arthur.
“Hayır; bir birey, bilinç okyanusunun deneyiminde bile kaybolmaz” diye Arthur 'u temin etti. Aynı anda hem kendin, hem de her şey olabilirsin. Bu, gizemli gelebilir ama böyledir."
Hepimiz bizi tanımladığından dolayı anılara tutunuruz. Ama ayrılık ve soyutlanmaya bir son vermek istiyorsanız, anıların sahte olduğunu görmeye niyetli olmanız gerekir. İyi bildiğiniz birini ele alalım; kocanız veya karınız, bir arkadaş veya kardeş. Onu zihninizde canlandırın ve bu kişi hakkında gerçekten neleri bildiğinizi sorun kendinize. Göz rengi, kilo, meslek ve adres gibi önemsiz şeyleri eleyin. Bunların yerine en kişisel özellikleri, hoşa giden ve gitmeyen şeyleri, en canlı anılarınızı ve ilişkilerinizi düşünün.
Bu çalışmayı bitirdiğinizde, bu kişinin doğru bir portresini çizdiğinizi zannedebilirsiniz. Ancak anımsadığınız her şey hafızanızdan gelir, bu yüzden de açıklamanız sizin kişisel bakış açınızdır. Aynı kişi, başka bir bakış açısından tamamen farklı olarak tasvir edilebilir. Sizin hoşunuza giden bir şeyden başkaları hoşlanmayabilir, sizin için anmaya değer bir şeyi başkası tamamen unutabilir.
Tanımlamanızdaki her şeyin göreli olduğunu anlamak için çok uzağa gitmenize gerek yok. Sizin uzununuz bir başkasının kısası veya vasatı olabilir. Ağır, hafif olarak görülebilir, açık tenli koyu, dostluk düşmanlık olarak, vs. algılanabilir. Aslında kişiyi değil, kendi bakış açınızı tanımlıyorsunuz.
Dahası bu kişiyle yaşadığınız deneyimlerin sadece size ait olması, tanımlamalarınızı daha da size özel kılıyor. Eğer bir başkası hakkında bildiğinizi sandığınız her şey dolaylı olarak sizinle ilgili ise, hafızanın soyutlamaya yaradığı ortadadır. Kimsenin giremeyeceği izolasyon kabukları yaratarak, tamamen olmasa da, dünyayı kendi kişisel görüşümüze göre parçalara ayırırız.
Bakış açımız tamamen göreli olduğundan, gerçek olduğu söylenemez. Gerçek, bir bakış açısına dayalı değildir; o yalnızca vardır. Çoğumuz, kendi özel dünyalarımızda yaşarız ve gerçekle pek temasa geçmeyiz. Duyular yanılsamada yaşar; büyücü ise gerçekte yaşar. Gerçeğin temel doğasını keşfetmek için anılar perdesinin ardına bakmak gerekir.
Dr. DEEPAK CHOPRA
Büyücünün Yolu
Etiketler:
#bilinç,
#birlik,
#damla,
#ego,
#ezoterizm,
#gizem,
#ışık,
#kralarthur,
#majisyen,
#merlin,
#okyanus,
#simyacı
27 Temmuz 2017 Perşembe
Cesaret mi esaret mi ?
Gün Aydın.. Uyandınız mı ?
Insanoğlu alt hayvani doğasını terbiye etmedikçe geçiş zamanlarında yoğun, ağır karmik acılarımızla tavlanarak acılar vasıtasıyla kıyam edeceğimizi birçok kutsal kitap, öğreti uygarlıklar boyunca söylediler, insana tekamülündeki tek engelin bencilliği, kibiri ve korkularına zincirlenmiş egosu olduğunu vurguladılar....
Ilgili bazi sembolleri tekrar hatırlayalım :
Atın üzerine oturan şövalye, insanın, alt benliğine hakim olmasını...Göksel irade kılıcından akan gücü liyakatle yeryüzüne kanalize edişini anlatır. Aynı mesajın farklı bir ifadesi olan ve bir çok uygarlıkta yer alan dört hayvan unsuru üzerinde yerleşen insan başlı Sfenks sembolünü de araştırıp birleştirmelisiniz. (Dört element, ďört yön...)
Ilgili bazi sembolleri tekrar hatırlayalım :
Atın üzerine oturan şövalye, insanın, alt benliğine hakim olmasını...Göksel irade kılıcından akan gücü liyakatle yeryüzüne kanalize edişini anlatır. Aynı mesajın farklı bir ifadesi olan ve bir çok uygarlıkta yer alan dört hayvan unsuru üzerinde yerleşen insan başlı Sfenks sembolünü de araştırıp birleştirmelisiniz. (Dört element, ďört yön...)
4 At, yeryüzündeki insanlık evrimindeki 4 insan soyu... 7 Mühür insanlığın evriminde geçmekte olduğu alt bilinç basamakları ile ilişkilidir.. Alt bilinçlilik basamaklarında geride bırakmadıklarımız ( halının altına süpürdüklerimiz) nedeniyle daha üst basamaklara yükselemeyiz.. Üst basamakların raflarındaki kitapların kokularını alabiliriz ancak öğretileri hayata geçirmedikçe, zihinle ulasilan bilgi davranışlara, eyleme dönüşmedikçe kendimiz basamakları çıkamayız...( bu nedenle hep bir bastona veya ele desteğe ihtiyac duyarız.) Evrensel yasalar nizamında çıkmış sayılmayız... Bu da bizlere Sisifos mitosunu hatirlatti değil mi ?
Benzer öğretiler Tasavvufta dört kapı sembolleriyle aktarılmıştır.
Biz insanoğulları Kova çağı'nın şafağında olduğumuzu zannetmemize rağmen yeryüzündeki tekamül sürecinde bugüne kadar o dört basamakta geride bırakmadıklarımızın bedelini ödemek, kefaretini yaparak dengelemek ve kıyam etmek durumunda kalıyoruz.. Yoğunlaştırılmış bütünleme sınavlarına alınmış gibi...
( Varlıksal spritüel boyutta insanlık bir ailedir, bir birliktir, bir ünitedir, birbirine ruh bağları ile bağlı ve birbirinden sorumludur.. sen, ben, o yoktur ki, neden onun sınavını ben veriyorum diyebilesiniz...)
İçimizdeki o bencil arzular ölmedikçe, mal mülk tutkumuz ölmedikçe, rekabet hissi, açgözlülük ölmedikçe, kıskançlık, fitne, fesat, dedikodu, yalanlar, korkular, öfke, diğer canlılara değer vermemek bitmedikçe, haset, ayrımcılık vb kusurlardan arınmadıkça, yıkıcı negatif etkileri paylaşıp yayarak, bitmek bilmeyen konuşmalarla hayattan, dışımızdaki herkesten çözüm talep edip, hayat okulunun öğretim metodunu anlamış çalışkan talebeler olmadıkça, kendimiz düğümlerimizi, köleleştiren zincirlerimizi çözmedikçe nasıl dirilebiliriz ki ?
Kadim Tibet Bilgelik kitabı Sessizliğin Sesi'nde Madam Blavatsky şöyle aktarır : "Geçmiş tecrübelerin tüm hatırasını içinde öldür, arkana bakma yoksa kaybolursun."
Uyanmak yetmiyor, yükselmek ve GÖK ile YER arasındaki BİRLİĞİ KORUYAN örnekler olmak, sağlam köprüler inşa etmek gerekiyor...Farklı ülkelerden, inançlardan, renklerden oluşan bir GÖKkuşağı gibi..
Bir Özbek atasözü şöyle der: "Bir adam köprü kurar, bin adam geçer."
Bilginin DOĞRU yönünü ( Doğru=Dharma'ya, Yasa'ya uygun, evrensel doğru) tayin etmeye ihtiyaç var. Bilgi sizi nereye götürüyor, sizi nasıl hissettiriyor, hayat enerjinizi yükseltiyor mu, azaltıyor mu dikkat ediniz..
- Ki ağırlaşıp maddenin ve kör nefsin koyu bataklık girdabına çekilmeyelim , kendi yarattığımız materyalizm canavarının pençesinde, yine kendi yarattığımız ve besleyip büyüttüğümüz korkular, psikolojik salgınlar, zihinsel depremler, sisli psişik fantaziler ile akıl ve ruh sağlığımızı kaybetmeyelim..
- Ki ağırlaşıp maddenin ve kör nefsin koyu bataklık girdabına çekilmeyelim , kendi yarattığımız materyalizm canavarının pençesinde, yine kendi yarattığımız ve besleyip büyüttüğümüz korkular, psikolojik salgınlar, zihinsel depremler, sisli psişik fantaziler ile akıl ve ruh sağlığımızı kaybetmeyelim..
"Bilgi aklın ışığıdır"..der Orhun yazıtlarında... O kendi yarattığımız madde mağarasında ve içimizdeki gölgelerin temsili olan sahte güçleri, kırık aynalardan okuduğumuz yanlış bilgileri gerçek zannetmeyelim...Doğru bilgileri kılavuz tutalım, bilincimiz kendi öz kütüphanemize erişene dek..
Size yardımcı rehberlere bilgi kanallarına saplanmayın hiçbir şeye ve kişiye bağımlı olmayın...öğrendiklerinizi içselleştirin, Sonsuz Zihne bağlı yaratıcı düşünce gücünüzu kullanin, uygulayın... yürümeyi öğrenme sürecinde yaptığınız gibi kendi ayaklarınızın üzerinde durana kadar...
Bilgi güçtür.... ancak doğru amaçlar için kullanıldığında...
Gücü hissetmek güzeldir ancak kendi gücünüzü doğurmak emek ister çaba ister...
Geçici güç veren şeyler egoya tuzaklar kurar ve bilinci sinsice zayıflatır...alışkanlık yapar...Yüzüklerin efendisi veya kılıçların şövalyesi olmak kolay değildir...
Göksel doğama ilk uyanışımı ezoterik felsefe çalıştıkça bilinç parçalarım puzzle gibi birlesmeye başlayınca hatırladığım çocukluk rüyalarımda buldum. Beş altı yaşlarındaydım...uykuya dalmadan önce hayal kurar uzaydan dünyaya bakardım... Farkĺı hayatlara...bir yanda doğan bebeklere ve sevinenlere, diğer yanda ölenlere ve üzülenlere...birbirlerinden farklı hallerdeki insan kardeşlerime...sonra hepsinin elele tutuşup mutlu olduklarını hayal ederken uyuyakalırdım...
Felsefe semboloji mitoloji çalışmalarında derinleştikçe diğer bilimleri de ezoterizmiyle çalışmaya başladım... Enerji çalışmalarına da yillarca spor yaptıktan sonra Tai chi ve chigong ile kanalize etmeyi öğrendim.... Göksel doğayı, aşağıdakini anlamak için yukarıdaki evrenin işleyişini merak ettiğimde de yıldızların dilini ezoterik astroloji çalışmaya başladım.
Sağlam ve doğru temeller üzerinde bilgilerin karılması ve enerji harcıyla yer ile göğü birleştiren basamaklar yükselebilirdi ve çocukken hayallerimdeki bakış açısıyla bakabilirdim...
Gözlerimize karanlık gibi görünen evrendeki öğretilerin insana sır olan perdesini aralamak için bilgilerimi tamamlayan astroloji ile yazım tamamlanıyor gece güne devrilirken... Evrenin her köşesinde evrim deveran icinde devam ederken...
Size yardımcı rehberlere bilgi kanallarına saplanmayın hiçbir şeye ve kişiye bağımlı olmayın...öğrendiklerinizi içselleştirin, Sonsuz Zihne bağlı yaratıcı düşünce gücünüzu kullanin, uygulayın... yürümeyi öğrenme sürecinde yaptığınız gibi kendi ayaklarınızın üzerinde durana kadar...
Bilgi güçtür.... ancak doğru amaçlar için kullanıldığında...
Gücü hissetmek güzeldir ancak kendi gücünüzü doğurmak emek ister çaba ister...
Geçici güç veren şeyler egoya tuzaklar kurar ve bilinci sinsice zayıflatır...alışkanlık yapar...Yüzüklerin efendisi veya kılıçların şövalyesi olmak kolay değildir...
Felsefe semboloji mitoloji çalışmalarında derinleştikçe diğer bilimleri de ezoterizmiyle çalışmaya başladım... Enerji çalışmalarına da yillarca spor yaptıktan sonra Tai chi ve chigong ile kanalize etmeyi öğrendim.... Göksel doğayı, aşağıdakini anlamak için yukarıdaki evrenin işleyişini merak ettiğimde de yıldızların dilini ezoterik astroloji çalışmaya başladım.
Sağlam ve doğru temeller üzerinde bilgilerin karılması ve enerji harcıyla yer ile göğü birleştiren basamaklar yükselebilirdi ve çocukken hayallerimdeki bakış açısıyla bakabilirdim...
Gözlerimize karanlık gibi görünen evrendeki öğretilerin insana sır olan perdesini aralamak için bilgilerimi tamamlayan astroloji ile yazım tamamlanıyor gece güne devrilirken... Evrenin her köşesinde evrim deveran icinde devam ederken...
Dane Rudhyar şöyle der : "Evren içiçe geçmiş bütünlerden oluşur. Bir bütün içinde bir başka bütün, onun içinde bir başka bütün. Bir insan, bizim gezegenimiz, güneş sistemi, galaksi –bunların hepsi daha büyük bir bütünün içindeki bütünlerdir. Hepimiz bir amaçla, daha büyük bütünün temel bir ihtiyacını yanıtlamak üzere doğduk.
Astroloji bu amacı bulmamıza, kendimizi ona uyarlamamıza, bütünleşmiş kişilikler olmamıza, içimizdeki potansiyelleri gerçekleştirmemize yardım eder. Bu potansiyeller doğumdan itibaren içimizde –meşe palamutunun içindeki bir meşe ağacı olma potansiyeli gibi- tohum olarak mevcuttur. Eninde sonunda, amaç daha büyük bütünle bağımızı fark etmek, onu gerçekleştirmek ve kendimizi bu bütüne adamak, insanlığa hizmet etmektir.
Astroloji bu amacı bulmamıza, kendimizi ona uyarlamamıza, bütünleşmiş kişilikler olmamıza, içimizdeki potansiyelleri gerçekleştirmemize yardım eder. Bu potansiyeller doğumdan itibaren içimizde –meşe palamutunun içindeki bir meşe ağacı olma potansiyeli gibi- tohum olarak mevcuttur. Eninde sonunda, amaç daha büyük bütünle bağımızı fark etmek, onu gerçekleştirmek ve kendimizi bu bütüne adamak, insanlığa hizmet etmektir.
“Astrolojinin esas ve zorunlu amacı ... Yol üzerinde ne ile karşılaşacağımızı söylemekten ziyade, onunla nasıl karşılaşmamız gerektiği ve bu karşılaşmanın temel nedeni hakkında fikir vermektir. Bütün bir insan olma yolunda, içimizdeki hangi niteliğin, ne tür bir gücün belirli bir aşamadan geçmesi gerektiğini söyler.”
“Olaylar bizim başımıza gelmez, biz onların başına geliriz. Eğer kaldırımda yürürken bir adamın kafasına bir tuğla düşerse, bu, adamın sorumluluğudur. Adam tuğlanın düşme alanına girmiştir. Adam tuğlanın başına gelmiştir, çünkü o bilinçli bir bireydir. Tuğla ise evrensel doğanın küçük bir parçasıdır.”
“Bize ne oluyorsa, onun olması gerekir. Her kriz bir meydan okumadır, her astrolojik transit veya hareket dönüşüm, arınma ve genişleme için fırsat sunar. Astrolojinin hüneri bu eşikte bize neyin yaklaştığını anlamamızda yardımcı olmaktır. Astrolojinin değeri danışanın kendisini kabullenmesine ve şimdi olan biteni veya olup bitmiş olanı anlamasına yardım etmektir." Dane Rudhyar
"Kehanetin ana işlevi geleceği söylemek değil, onu inşa etmektir.” Joel A. Barker
Başımızı dik tutalım...asilikle ve ego tuzaklarına düşerek değil...İç asalet ve Gerçek üst doğamızı gerçekleştirmekten veruhumuza layık olmaktan doğacak enerjiyle...
Saygı ve sevgilerimle
BA
27.07.2017.... saat 07.07 suları
Yeldeğirmeni Istanbul
Resim : Rafael'in Saint Georg ve Ejderha
25 Aralık 2016 Pazar
Bilginin tehlikeleri
Doğu Bilgeliği'nin en önemli kaynaklarından biri olan Bhagavad Gita'da üzerinde tefekkür edilmesi gereken önemli bölümlerden biri de şudur :
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Kişi vazifesini fark edip, varoluş ödevini gerçekleştirmeye odaklandığında gerçekten yaşar.
Sana ait ödevlerin, sorumlulukların diğer kişiler tarafından yaşanmak ve onlara vazife olmak durumunda değildir. O ödev, vazife bilinci senin içindir, çünkü sen bilinçli olarak seçim yaptın, tercih ettin, yaşadın, tekamülün için gerekli bu deneyimlerin içinden geçiyorsun.
Yaşamdaki vazifeni idrak edebiliyorsan, bunu çevrene iyi kalbinle, erdemli örneğinle, eylemlerinle, özü sözü bir olmanla, düşüncede, sözde, davranışlardaki doğruluğunla, yaratıcı enerjinle aktarmalısın.
Eleştiren, yargılayan, bölen, ayrımcılığa katılma tuzağına düşmeden...Birliği koruyarak.
Doğruların, erdemlerin, canlı ve somut bir örneği olmaya enerjini vererek yaşamalısın.
Bilgin, tecrüben artınca fark ettiklerinle başkalarının neden öyle yaptığına, neyi yapamadıklarına yönelmeden, yargılamadan...Aksine nasıl yapılabileceğinin somut ve canlı birer kanıtı olarak. Lafta kalmadan...Bunları düşünmekle teoride kalmadan... Pratik ve uygulama ile kendini ve çevreni dönüştürmelisin.
Kadim zamanlardan beri aktarılan öğretileri, bilgeliğin kutsal kitaplarında yaşamış canlı örneklerin tecrübelerinden aktarılanları okumalı ve okumakla yetinmemelisin.
İdeaların latif planlarında asılı olan zamansız kütüphanelerdeki bu reçeteleri, imgelemin, yaratıcı gücünle, iradenle yaşama geçirmeli,böylece onlara can vermelisin.
Dünyanın sözlere karnı tok...Bilgi tek başına dünyayı iyileştirmeye, acıları azaltmaya yetmiyor. Bir bilgenin söylediği gibi "mürekkep yalamak yetmiyor".
Acı cehaletten doğar.
Cehalet (avidya) eğitimle aşılabilir, ancak kör cehalet (angyana) bildiğini zannetmek, ışığı perdelemeye ve alt benin gölgesinde yaşamaya benzer, büyük zararlara yol açar, bencilleştirir, ayrıştırır, habisleşir.
Kör cehalet, insanın açlığının neden kaynaklandığını bilmemesidir ve büyüyen açlığı ile acıları zincirleme reaksiyona sokmasına neden olur.
Açlık geçici olana duyulan arzulardan kaynaklanır ve asla tatmin olmaz, beslersin, “daha” der.
Siddharta Gautama Buda öğretilerinde insanı yeni acılara sürükleyen, karmik zincirler yaratan üç tür açlıktan bahseder: 1) Haz açlığı, 2) Sahip olma açlığı 3) Yaşama açlığı
İnsan ruhunun açlığı bilgiyle giderilmez. İçselleşmeyen bilgi yeniden acıktırır, yeni hazlar yaratır, daha çok tükettirir, madde mağarasına zincirler.
Bilgi içselleşmediğinde, düşüncelerin labirentlerinde kaybolabilirsin, aynalı odada (kamamanas=arzuların zihni, somut zihin) parçalanır, yanılsamalı görüntüler, sanılar, kanılar yaratır, böler, ayrılır, kalbe ulaşmaz, kalbe ulaşmayan bilgi de ruha dokunmaz. Bilinç, farkındalık, idrak yaratmaz. Unutuverirsin...ve yeniden acıkırsın, her seferinde açlığın daha da büyür...
Tüm BİLgiler ve tüm BİLimler, BİLinç yaratmak için araçlardır..
Kökenleri bile aynıdır. "BİL" .... Kendini BİLmen için.
Cehaletini fark etmen, bildiğini zannetmelerini, kanılarını bırakman için,
Bilgilerden bilinç çıkarmak için, bilincini ruhuna çıkarman için..
Ruhundaki Ebedi Sandık'ta gizli, uyuyan bilgeliğinin uyanması için...
"Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka birşey değildir", der Platon.
Bilgileri tüketmekten, israf etmekten vazgeçelim, hazmedelim, içselleştirelim. Yediğimiz gıdaların bedenimizde yaptığı gibi bilgiyi yaşayarak yaratıcı enerjiye dönüştürelim.
Bilgi, geçici ve sonlu bir araçtır ve sadece bilinç basamaklarında tırmanman için enerji kaynağıdır. Tüm bilgiler, Doğa'ya işlenmiştir, sonra üzeri sırlanmıştır... Aynaların içinden harikalar dünyasına geçmenin sırrı bunu anlatır.
H.P.Blavatsky’nin söylediği gibi, “Dünyadaki tüm kitaplar yakılsa bile, tüm bilgiler doğaya bakılarak tekrar yazılabilir.“
Doğanın ardındaki yasaları merak eden kitaplarla yetinmez, Hikmet Kitab'ını okur, OKUnanlar ruhuna dokunur...
Bilgileri toplamakla yetinmeyelim, bilgi hamalı olmayalım, özünü toplayarak simyacı arılar gibi altın renkli, şifalı bala dönüştürelim. Okuyorsak, öğreniyorsak, kitaplar, güzel sözler yazıyorsak yazdıklarımızı önce yaşayanlar, sonra da aktaranlar olalım.
Çünkü insan gerçekten deneyimlediği şeyi kalpten aktarabilir ve diğerlerine faydalı olabilir. Bu aktarım ruhtan gelen Öz'e dair hakikatli deneyimlerdir, asla unutmayacağımız dersler alarak öğrendiklerimizdir, ruhumuza kazınmış değerli tecrübelerdir.
Yaşadığımız çağda insanlığın en büyük imtihanlarından biri bilginin ve düşünce gücünün nasıl kullanıldığında, bilgisizlikte değil.
Bilgi tehlikelerle dolu bir araç halini almışken, zihinleri körleştirip, duyguları felç etmekteyken, bilgiyi nasıl kullandığına ve onunla ne yarattığına çok dikkat etmeli.
Tarih boyunca bilgiyi bilgelikle kullanmayanların insanlığa verdiği zarar, bilmeyenlerin hatalarından çok çok daha büyük oldu ve her ortaçağda tekerrür eden kör cehalet teknolojiyi de kullanarak çığ gibi büyüyen acılar yaratıyor.
Bilgiyi farkındalıkla, bilinçle, iyi amaçlarla, bilgelik patikasını inşa etmek için, herkesin iyiliği için kullanalım. Bilginin tehlikelerine karşı uyanık olalım.
Bilginin doğası ateşe benzer, düşük bilinçle kullanıldığında egonun elinde yakıcıdır, arzuların zihni bölücü ve yıkıcıdır. Bilgi, sevgiyle, yüksek bilinçle, evrensellik ilkeleriyle, bütünün yararına ve birlik için kullanılmalıdır.
Bilgilerimizi paylaşmak çok iyidir, ama bilginin nasıl ve ne için kullanılacağını doğru ve herkese faydalı şekilde aktarmak daha yararlıdır.
Bilgi tüketimi ile, artan bilgi bolluğuna bir katkı daha mı yapmayı arıyoruz, yoksa bilgilerin nasıl yaşama geçirilebileceğini önce kendimiz uyguluyor ve aktarıyor muyuz ? Bilginin nihai amacı olan bilgeliğe sadık ve layık oluyor muyuz ?
Bilmediğini bilirsen, bilmediklerine yönelirsin...Hangi bilgilerle daha iyi bir insanı, daha iyi bir dünyayı inşa edebileceğimizin farkına varalım. Aklı salim, sağduyulu, basiretli olalım.
Sade, net, açık, sağlam ve doğru fikirlere sahip olalım.
Bilmediğimizi değil, bilgiyi insanın tekamülünde ve daha iyi bir gelecek için nasıl doğru kullanılacağını ve akl-ı selimi geliştirmemiz gerektiğini fark edelim.
Zihinsel plan yaradılışımızdaki diğer araçlarımızdan (beden, enerji, duygular) daha sutil, latif olduğundan, zihne hakim olunması zordur. Düşünce gücü, fikirler, bilgiler, niyetler madde planından daha yüksek frekansta titreştiklerinden yönetilmeleri, doğru kullanımı fiziksel bir aracı doğru kullanmayı öğrenmekten çok daha zordur.
Zihnin özdenetimi konusu bu nedenle insanın tekamülünü esas alan tüm kadim öğretilerin odak noktasında yer alır. Bilincin yükseltilmesi, doğru dikkat ve farkındalığın geliştirilmesi, uyanıklığın muhafazası, doğru konsantrasyon, meditasyon gibi uygulamaların sürekli yapılmasının amacı bir süreliğine rahatlamak, hoş hisler yaşamak değil, zihnin arzulardan arındırılması, gerçek doğasının keşfedilmesi ve aklın mertebelerinde yetkinleşmek içindir.
Çünkü insanlık Kova Çağı'ndaki bu düşüş döngüsünde zihinsel aracını doğru şekilde nasıl kullanacağını öğrenme tecrübesini yapmaktadır. Zihinle, bilgiyle acılarını da yaratabileceği gibi, kurak çölleri bereketli topraklara dönüştürebilme kapasitesini de barındırmaktadır.
Geçişi daha az acılar, kederler yaşayarak yapabilmek için ihtiyacı ise, zihne doğru yönü verecek ortak bir insanlık ideali, yüksek ve anlamlı bir yaşam amacı, bilincine yol gösterecek kadim öğretiler ve bilgilerini basamaklı yola dönüştürecek bilgelik sevgisidir.
Felsefe, bilmek değildir, bilgelik aşkıdır...Malzemesi bilgidir, onu tutuşturup, yakıp ışığa dönüştüren Hikmet ise Aşk'tadır. Kökeni göklerde olan Aşkta...
Bilgelik Sevgisi bilgiye sadakat, Hakikat arayışına bağlılık göstermeye yönelten yüksek bir içsel duygudur, aklı ve kalbi BİRleştirir.
Hakikat Aşıklar'ı bilgiyle, öğrenmekle yetinmez, enerjisiyle yayılan, aktaran, herşeye ışık ve can veren Güneş gibi yaşar... Gökte olan aşkından dolayı yerdeki her AN'ına ışık koyar.
Kendi ruhuna, diğerlerinin ölümsüz ruhlarına, zamansız öğretilerin ruhuna dokunur.
Bilgiyi bilgeliğe dönüştürmek için ödevini yaparken sürdürdüğü yaşamı da, ölümü de soylu olur, kendisinden sonraki yaşamlarda yankılanır.
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Sevgilerimle
Uğur Başak Arpacıoğlu
25.12.2016, Kadıköy, İstanbul
ETİMOLOJİK KAYNAKLAR: Bilmek – lat. scire, sciens - know
Bilim – lat.scientia - science (knowledge)
Bilinç – lat. conscire, consciens, conscientia - conscience ( with knowledge)
Consciousness; thinking; awareness, especially self-awareness.
BİLİNÇ (ingilizce) : Conscience , From Old French conscience < Latin conscientia (“knowledge within oneself”) < consciens, present participle of conscire (“to know, to be conscious (of wrong)”) < com- (“together”) + scire (“to know”)
BİLİM : Science, From Old French science, from Latin scientia (“knowledge”), from sciens, the present participle stem of scire ("to know")
-SOPHY
suffix meaning "knowledge," from O.Fr. -sophie, from L. -sophia, from Gk. -sophia, from sophia "skill, wisdom, knowledge," of unknown origin.
PHILOSOPHY
c.1300, from O.Fr. filosofie (12c.), from L. philosophia, from Gk. philosophia "love of knowledge, wisdom," from philo- "loving" (see philo-) + sophia "knowledge, wisdom," fromsophis "wise, learned;" of unknown origin.
Nec quicquam aliud est philosophia, si interpretari velis, praeter studium sapientiae; sapientia autem est rerum divinarum et humanarum causarumque quibus eae res continentur scientia. [Cicero, "De Officiis"]
İLGİLİ DİĞER YAZILAR :
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2014/02/bilimler-yetmiyor-dunyay-iyi.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2013/03/bir-erdem-olarak-arastirmak.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2016/06/altin-basamaklar.html
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Kişi vazifesini fark edip, varoluş ödevini gerçekleştirmeye odaklandığında gerçekten yaşar.
Sana ait ödevlerin, sorumlulukların diğer kişiler tarafından yaşanmak ve onlara vazife olmak durumunda değildir. O ödev, vazife bilinci senin içindir, çünkü sen bilinçli olarak seçim yaptın, tercih ettin, yaşadın, tekamülün için gerekli bu deneyimlerin içinden geçiyorsun.
Yaşamdaki vazifeni idrak edebiliyorsan, bunu çevrene iyi kalbinle, erdemli örneğinle, eylemlerinle, özü sözü bir olmanla, düşüncede, sözde, davranışlardaki doğruluğunla, yaratıcı enerjinle aktarmalısın.
Eleştiren, yargılayan, bölen, ayrımcılığa katılma tuzağına düşmeden...Birliği koruyarak.
Doğruların, erdemlerin, canlı ve somut bir örneği olmaya enerjini vererek yaşamalısın.
Bilgin, tecrüben artınca fark ettiklerinle başkalarının neden öyle yaptığına, neyi yapamadıklarına yönelmeden, yargılamadan...Aksine nasıl yapılabileceğinin somut ve canlı birer kanıtı olarak. Lafta kalmadan...Bunları düşünmekle teoride kalmadan... Pratik ve uygulama ile kendini ve çevreni dönüştürmelisin.
Kadim zamanlardan beri aktarılan öğretileri, bilgeliğin kutsal kitaplarında yaşamış canlı örneklerin tecrübelerinden aktarılanları okumalı ve okumakla yetinmemelisin.
İdeaların latif planlarında asılı olan zamansız kütüphanelerdeki bu reçeteleri, imgelemin, yaratıcı gücünle, iradenle yaşama geçirmeli,böylece onlara can vermelisin.
Dünyanın sözlere karnı tok...Bilgi tek başına dünyayı iyileştirmeye, acıları azaltmaya yetmiyor. Bir bilgenin söylediği gibi "mürekkep yalamak yetmiyor".
Acı cehaletten doğar.
Cehalet (avidya) eğitimle aşılabilir, ancak kör cehalet (angyana) bildiğini zannetmek, ışığı perdelemeye ve alt benin gölgesinde yaşamaya benzer, büyük zararlara yol açar, bencilleştirir, ayrıştırır, habisleşir.
Kör cehalet, insanın açlığının neden kaynaklandığını bilmemesidir ve büyüyen açlığı ile acıları zincirleme reaksiyona sokmasına neden olur.
Açlık geçici olana duyulan arzulardan kaynaklanır ve asla tatmin olmaz, beslersin, “daha” der.
Siddharta Gautama Buda öğretilerinde insanı yeni acılara sürükleyen, karmik zincirler yaratan üç tür açlıktan bahseder: 1) Haz açlığı, 2) Sahip olma açlığı 3) Yaşama açlığı
İnsan ruhunun açlığı bilgiyle giderilmez. İçselleşmeyen bilgi yeniden acıktırır, yeni hazlar yaratır, daha çok tükettirir, madde mağarasına zincirler.
Bilgi içselleşmediğinde, düşüncelerin labirentlerinde kaybolabilirsin, aynalı odada (kamamanas=arzuların zihni, somut zihin) parçalanır, yanılsamalı görüntüler, sanılar, kanılar yaratır, böler, ayrılır, kalbe ulaşmaz, kalbe ulaşmayan bilgi de ruha dokunmaz. Bilinç, farkındalık, idrak yaratmaz. Unutuverirsin...ve yeniden acıkırsın, her seferinde açlığın daha da büyür...
Tüm BİLgiler ve tüm BİLimler, BİLinç yaratmak için araçlardır..
Kökenleri bile aynıdır. "BİL" .... Kendini BİLmen için.
Cehaletini fark etmen, bildiğini zannetmelerini, kanılarını bırakman için,
Bilgilerden bilinç çıkarmak için, bilincini ruhuna çıkarman için..
Ruhundaki Ebedi Sandık'ta gizli, uyuyan bilgeliğinin uyanması için...
"Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka birşey değildir", der Platon.
Bilgileri tüketmekten, israf etmekten vazgeçelim, hazmedelim, içselleştirelim. Yediğimiz gıdaların bedenimizde yaptığı gibi bilgiyi yaşayarak yaratıcı enerjiye dönüştürelim.
Bilgi, geçici ve sonlu bir araçtır ve sadece bilinç basamaklarında tırmanman için enerji kaynağıdır. Tüm bilgiler, Doğa'ya işlenmiştir, sonra üzeri sırlanmıştır... Aynaların içinden harikalar dünyasına geçmenin sırrı bunu anlatır.
H.P.Blavatsky’nin söylediği gibi, “Dünyadaki tüm kitaplar yakılsa bile, tüm bilgiler doğaya bakılarak tekrar yazılabilir.“
Doğanın ardındaki yasaları merak eden kitaplarla yetinmez, Hikmet Kitab'ını okur, OKUnanlar ruhuna dokunur...
Bilgileri toplamakla yetinmeyelim, bilgi hamalı olmayalım, özünü toplayarak simyacı arılar gibi altın renkli, şifalı bala dönüştürelim. Okuyorsak, öğreniyorsak, kitaplar, güzel sözler yazıyorsak yazdıklarımızı önce yaşayanlar, sonra da aktaranlar olalım.
Çünkü insan gerçekten deneyimlediği şeyi kalpten aktarabilir ve diğerlerine faydalı olabilir. Bu aktarım ruhtan gelen Öz'e dair hakikatli deneyimlerdir, asla unutmayacağımız dersler alarak öğrendiklerimizdir, ruhumuza kazınmış değerli tecrübelerdir.
Yaşadığımız çağda insanlığın en büyük imtihanlarından biri bilginin ve düşünce gücünün nasıl kullanıldığında, bilgisizlikte değil.
Bilgi tehlikelerle dolu bir araç halini almışken, zihinleri körleştirip, duyguları felç etmekteyken, bilgiyi nasıl kullandığına ve onunla ne yarattığına çok dikkat etmeli.
Tarih boyunca bilgiyi bilgelikle kullanmayanların insanlığa verdiği zarar, bilmeyenlerin hatalarından çok çok daha büyük oldu ve her ortaçağda tekerrür eden kör cehalet teknolojiyi de kullanarak çığ gibi büyüyen acılar yaratıyor.
Bilgiyi farkındalıkla, bilinçle, iyi amaçlarla, bilgelik patikasını inşa etmek için, herkesin iyiliği için kullanalım. Bilginin tehlikelerine karşı uyanık olalım.
Bilginin doğası ateşe benzer, düşük bilinçle kullanıldığında egonun elinde yakıcıdır, arzuların zihni bölücü ve yıkıcıdır. Bilgi, sevgiyle, yüksek bilinçle, evrensellik ilkeleriyle, bütünün yararına ve birlik için kullanılmalıdır.
Bilgilerimizi paylaşmak çok iyidir, ama bilginin nasıl ve ne için kullanılacağını doğru ve herkese faydalı şekilde aktarmak daha yararlıdır.
Bilgi tüketimi ile, artan bilgi bolluğuna bir katkı daha mı yapmayı arıyoruz, yoksa bilgilerin nasıl yaşama geçirilebileceğini önce kendimiz uyguluyor ve aktarıyor muyuz ? Bilginin nihai amacı olan bilgeliğe sadık ve layık oluyor muyuz ?
Bilmediğini bilirsen, bilmediklerine yönelirsin...Hangi bilgilerle daha iyi bir insanı, daha iyi bir dünyayı inşa edebileceğimizin farkına varalım. Aklı salim, sağduyulu, basiretli olalım.
Sade, net, açık, sağlam ve doğru fikirlere sahip olalım.
Bilmediğimizi değil, bilgiyi insanın tekamülünde ve daha iyi bir gelecek için nasıl doğru kullanılacağını ve akl-ı selimi geliştirmemiz gerektiğini fark edelim.
Zihinsel plan yaradılışımızdaki diğer araçlarımızdan (beden, enerji, duygular) daha sutil, latif olduğundan, zihne hakim olunması zordur. Düşünce gücü, fikirler, bilgiler, niyetler madde planından daha yüksek frekansta titreştiklerinden yönetilmeleri, doğru kullanımı fiziksel bir aracı doğru kullanmayı öğrenmekten çok daha zordur.
Zihnin özdenetimi konusu bu nedenle insanın tekamülünü esas alan tüm kadim öğretilerin odak noktasında yer alır. Bilincin yükseltilmesi, doğru dikkat ve farkındalığın geliştirilmesi, uyanıklığın muhafazası, doğru konsantrasyon, meditasyon gibi uygulamaların sürekli yapılmasının amacı bir süreliğine rahatlamak, hoş hisler yaşamak değil, zihnin arzulardan arındırılması, gerçek doğasının keşfedilmesi ve aklın mertebelerinde yetkinleşmek içindir.
Çünkü insanlık Kova Çağı'ndaki bu düşüş döngüsünde zihinsel aracını doğru şekilde nasıl kullanacağını öğrenme tecrübesini yapmaktadır. Zihinle, bilgiyle acılarını da yaratabileceği gibi, kurak çölleri bereketli topraklara dönüştürebilme kapasitesini de barındırmaktadır.
Geçişi daha az acılar, kederler yaşayarak yapabilmek için ihtiyacı ise, zihne doğru yönü verecek ortak bir insanlık ideali, yüksek ve anlamlı bir yaşam amacı, bilincine yol gösterecek kadim öğretiler ve bilgilerini basamaklı yola dönüştürecek bilgelik sevgisidir.
Felsefe, bilmek değildir, bilgelik aşkıdır...Malzemesi bilgidir, onu tutuşturup, yakıp ışığa dönüştüren Hikmet ise Aşk'tadır. Kökeni göklerde olan Aşkta...
Bilgelik Sevgisi bilgiye sadakat, Hakikat arayışına bağlılık göstermeye yönelten yüksek bir içsel duygudur, aklı ve kalbi BİRleştirir.
Hakikat Aşıklar'ı bilgiyle, öğrenmekle yetinmez, enerjisiyle yayılan, aktaran, herşeye ışık ve can veren Güneş gibi yaşar... Gökte olan aşkından dolayı yerdeki her AN'ına ışık koyar.
Kendi ruhuna, diğerlerinin ölümsüz ruhlarına, zamansız öğretilerin ruhuna dokunur.
Bilgiyi bilgeliğe dönüştürmek için ödevini yaparken sürdürdüğü yaşamı da, ölümü de soylu olur, kendisinden sonraki yaşamlarda yankılanır.
"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır."
Sevgilerimle
Uğur Başak Arpacıoğlu
25.12.2016, Kadıköy, İstanbul
ETİMOLOJİK KAYNAKLAR: Bilmek – lat. scire, sciens - know
Bilim – lat.scientia - science (knowledge)
Bilinç – lat. conscire, consciens, conscientia - conscience ( with knowledge)
Consciousness; thinking; awareness, especially self-awareness.
BİLİNÇ (ingilizce) : Conscience , From Old French conscience < Latin conscientia (“knowledge within oneself”) < consciens, present participle of conscire (“to know, to be conscious (of wrong)”) < com- (“together”) + scire (“to know”)
BİLİM : Science, From Old French science, from Latin scientia (“knowledge”), from sciens, the present participle stem of scire ("to know")
-SOPHY
suffix meaning "knowledge," from O.Fr. -sophie, from L. -sophia, from Gk. -sophia, from sophia "skill, wisdom, knowledge," of unknown origin.
PHILOSOPHY
c.1300, from O.Fr. filosofie (12c.), from L. philosophia, from Gk. philosophia "love of knowledge, wisdom," from philo- "loving" (see philo-) + sophia "knowledge, wisdom," fromsophis "wise, learned;" of unknown origin.
Nec quicquam aliud est philosophia, si interpretari velis, praeter studium sapientiae; sapientia autem est rerum divinarum et humanarum causarumque quibus eae res continentur scientia. [Cicero, "De Officiis"]
İLGİLİ DİĞER YAZILAR :
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2014/02/bilimler-yetmiyor-dunyay-iyi.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2013/03/bir-erdem-olarak-arastirmak.html
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2016/06/altin-basamaklar.html
Etiketler:
#arjuna,
#ateş #bilgelikaşki,
#bahgavadgita,
#bilgelik,
#bilgi,
#farkındalık,
#felsefe,
#kendinitani,
#ozgurirade,
#secimler,
#taichi,
#tasavvuf,
#tekamül,
#yoga,
#zihin
18 Aralık 2016 Pazar
In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung
In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung
Thus the anima and life itself are meaningless in so far as they offer no interpretation.
Yet they have a nature that can be interpreted, for in all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order, in all caprice a fixed law, for everything that works is grounded on its opposite.
It takes man's discriminating understanding, which breaks everything down. into antinomial judgments, to recognize this.
Once he comes to grips with the anima, her chaotic capriciousness will give him cause to suspect a secret order, to sense a plan, a meaning, a purpose over and above her nature, or even-we might almost be tempted to say-to "postulate" such a thing, though this would not be in accord with the truth.
For in actual reality we do not have at our command any power of cool reflection, nor does any science or philosophy help us, and the traditional teachings of religion do so only to a limited degree.
We are caught and entangled in aimless experience, and the judging intellect with its categories proves itself powerless.
Human interpretation fails, for a turbulent life-situation has arisen that refuses to fit any of the traditional meanings assigned to it.
It is a moment of collapse.
We sink into a final depth-Apuleius calls it "a kind of voluntary death."
It is a surrender of our own powers, not artificially willed but forced upon us by nature; not a voluntary submission and humiliation decked in moral garb but an utter and unmistakable defeat crowned with the panic fear of demoralization.
Only when all props and crutches are broken, and no cover from the rear offers even the slightest hope of security, does it become possible for us to experience an archetype that up till then had lain hidden behind the meaningful nonsense played out by the anima.
This is the archetype of meaning, just as the anima is the archetype of life itself.
In all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order. Every civilized human being, whatever his conscious development, is still an archaic man at the deeper levels of his psyche.
Just as the human body connects us with the mammals and displays numerous relics of earlier evolutionary stages going back to even the reptilian age, so the human psyche is likewise a product of evolution which, when followed up to its origins, show countless archaic traits.
Just as the human body connects us with the mammals and displays numerous relics of earlier evolutionary stages going back to even the reptilian age, so the human psyche is likewise a product of evolution which, when followed up to its origins, show countless archaic traits.
A more or less superficial layer of the unconscious is undoubtedly personal. I call it the “personal unconscious.” But this personal layer rests upon a deeper layer, which does not derive from personal experience and is not a personal acquisition but is inborn. This deeper layer I call the “collective unconscious”. I have chosen the term “collective” because this part of the unconscious is not individual but universal; in contrast to the personal psyche, it has contents and modes of behaviour that are more or less the same everywhere and in all individuals.
The great decisions of human life have as a rule far more to do with the instincts and other mysterious unconscious factors than with conscious will and well-meaning reasonableness. The shoe that fits one person pinches another; there is no recipe for living that suits all cases. Each of us carries his own life-form—an indeterminable form which cannot be superseded by any other.
We are living in what the Greeks called the right time for a “metamorphosis of the gods,” i.e. of the fundamental principles and symbols. This peculiarity of our time, which is certainly not of our conscious choosing, is the expression of the unconscious man within us who is changing.
Coming generations will have to take account of this momentous transformation if humanity is not to destroy itself through the might of its own technology and science.
My interests drew me in different directions. On the one hand I was powerfully attracted by science, with its truths based on facts; on the other hand I was fascinated by everything to do with comparative religion… In science I missed the factor of meaning; and in religion, that of empiricism.
Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves… We should not pretend to understand the world only by the intellect; we apprehend it just as much by feeling. Therefore, the judgment of the intellect is, at best, only the half of truth, and must, if it be honest, also come to an understanding of its inadequacy.
Motherlove… is one of the most moving and unforgettable memories of our lives, the mysterious root of all growth and change; the love that means homecoming, shelter, and the long silence from which everything begins and in which everything ends. Intimately known and yet strange like Nature, lovingly tender and yet cruel like fate, joyous and untiring giver of life-mater dolorosa and mute implacable portal that closes upon the dead.
Mother is motherlove, my experience and my secret. Why risk saying too much, too much that is false and inadequate and beside the point, about that human being who was our mother, the accidental carrier of that great experience which includes herself and myself and all mankind, and indeed the whole of created nature, the experience of life whose children we are?
The grasping of the whole is obviously the aim of science… but it is a goal that necessarily lies very far off because science, whenever possible, proceeds experimentally and in all cases statistically. Experiment, however, consists in asking a definite question which excludes as far as possible anything disturbing and irrelevant. It makes conditions, imposes them on Nature, and in this way forces her to give an answer to a question devised by man. She is prevented from answering out of the fullness of her possibilities since these possibilities are restricted as far as practible.
For this purpose there is created in the laboratory a situation which is artificially restricted to the question which compels Nature to give an unequivocal answer. The workings of Nature in her unrestricted wholeness are completely excluded. If we want to know what these workings are, we need a method of inquiry which imposes the fewest possible conditions, or if possible no conditions at all, and then leave Nature to answer out of her fullness.”
Etiketler:
#chaos,
#cosmos,
#dualite,
#evren,
#jung,
#kaos,
#kolektifbilinc,
#kolektifbilincalti,
#kosmos,
#psikoloji,
#theos
16 Aralık 2016 Cuma
Uyku ve Rüyalar-1
Uyku ve Rüyalar (Theosophical Movement Dergisi'nden)
Yaşamımızın, hemen hemen üçte birlik bir bölümü uykuda geçer. Uyku esnasında neler olduğunu, hatta uykuya neyin sebep olduğunu keşfetmek konusunda pek meraklı değilizdir. Hiç ilgi duymadığımız bu durumu her gün yaşamak ise biraz şaşırtıcıdır.
Biz her gece niçin uyuruz? Genel inanca göre vücudumuz yorulup canlılığını yitirmeye başladığında, bizler de uykuya yenik düşeriz. Teozoflar, sabah uyandığımızdan daha fazla yaşam enerjisiyle dolduğumuzu söylemektedir. Gücümüz tükendiğinde veya dayanıklılığımı
zın sınırına dayandığımızda da uykuya dalarız. Uyku sırasında, denge sağlanır ve böylece uyanırız.
Uykuda geçirdiğimiz saatlerin süresi insandan insana değişiklik gösterebilir fakat hepimiz uyumak zorundayızdır. Bir insan, bir şey yemeden üç hafta kadar yaşamını sürdürebilir fakat hiç kimse o kadar uykusuz kalamaz. Yapılan deneyler göstermiştir ki, insanlar uykudan mahrum bırakıldıklarında yalnızca fiziksel sağlıkları etkilenmekle kalmaz, ayrıca zihinsel sağlıkları ve konsantrasyon güçleri de bozulur.
H.P. Blavatsky, uykunun gerekliliğini şöyle açıklamıştır:
Ezoterizme göre, uykunun periyodik bir biçimde gerçekleşmesi, sinir merkezlerinin bitkinliğinin, özellikle de daha uzun süre hareket etmeyi reddeden beynin duyumsal sinir düğümlerinin bu şekilde düzenlenmiş olmasının bir zorunluluğudur. Eğer çalışamaz hale gelmişlerse, güçlerini başka bir planda veya Upadhi’de telafi etmeye mecbur kalırlardı. Hayat kaynağı tükenmiş bir durumdaki insan, bir takım şeyler arar. Örneğin, sıcak havadan dolayı bunalmış biri kendini soğuk suyla canlandırır. Uyku da güneşle aydınlanmış bir vadideki gölgeli bir sığınak gibidir.
Bizler, uykuda farklı şuur seviyelerinde bulunuruz ve uyanık kaldığımız zaman boyunca kullandığımız duyular ve yetenekler dinlenme durumundadırlar. Uyanık olduğumuz süre içinde beyin aktiftir, uykudayken ise bilinçsiz faaliyetleri kontrol eden beyincik idareyi devralır. Bundan dolayı uyku tamamıyla bilinçsizlik ve farkında olmayış hali değildir. Beynin belirli merkezleri uyanık bir durumdadır ve bir koruma görevlisi gibi hareket ederler. Tıpkı bir annenin gökgürültüsüne rağmen çok derin uyuyabildiği halde, bebeğinin ağlayışı ile uyanması gibi.
Uykudayken, duyuların farklı durumları iş başındadır; örneğin astral duyular gibi. Örneğin, uyurgezerlik durumunda, astral kontrolü tamamen elinde tutar ve astral beden, fiziksel bedeni peşinden sürükler. Onun kontrolü öylesine doğrudur ki, biz uyurgezer durumda yürüyenleri, daracık düz bir çıkıntı üzerinde bile düşmeden durur bir halde buluruz. Bu gibi şeyler, onların uyanık durumdayken yapmaya asla cesaret edemeyecekleri şeylerdir.
Bizler uykudayken, farklı bilinç seviyelerinde bulunuruz. Birkaç seviyede işler durumda olan tek bir şuur vardır. Teozofi dört şuur durumundan bahseder; Jagrat, Swapna, Sushupti ve Turiya.
Bir Atma-Buddhi ışını olan daha da yüksek Manas, insandaki ‘üst benlik’tir. Her yeni enkarnasyon ışını kendi kendini tasarlar ve bu “bedenlenmiş Manas” olarak adlandırılır. Enkarnasyonda, Manas ikili hale gelir; yani ya arzulara doğru aşağı çekilir Kamamanas ( arzu zihin) olur ya da Buddhi durumuna doğru yükselir olur. Bedenlenmiş Manas'ın bir unsuru, arzuların ve dünyasal olayların içine dalmıştır, fakat Manas’ın gelişmemiz için kişiliğimiz üzerinde çabalamak zorundayken kendisini hapishanedeymiş gibi hisseden daha yüksek bir unsuru da vardır. Uyku boyunca bizlere daha yüksek ilke ve prensiplerle temasa geçme fırsatını veren Manas’ın bu görünümü, uyanık durumdayken tamamıyla hareketsiz olan Buddhi ve Atma halleridir.
Şuurun bu dört durumuna, eşmerkezli daireler şeklinde bakılabilir. Turiya, spiritüel şuur durumunun en yüksek hali ve merkezidir. Atma’ya, en yakındır. Bu durum yalnızca bilgelerin ve kahinlerin, istediklerinde girebilecekleri bir durumdur.
Jagrat uyanık durumdur ve diğer ucun en sonu ve merkezden en uzak olanıdır. Bir kişi Sushupti'ye doğrudan doğruya ulaşamaz. Bu, derin uyku halidir. Çünkü ikisinin arasında rüya görme durumu olan Swapna vardır. Uykuya dalarken, Swapna ya da rüya haline gireriz. Fakat bu rüya durumu - Jagrat'dan Sushupti’ye geçerken- biz Sushupti'den Jagrat'a geri gelirken girdiğimiz rüya durumundan tamamen farklıdır. Bu tür rüyalar, mekanik hareketler olan arzularımızın birleşmesiyle üretilirler. Bu rüyayı görenin faal halde olan mantığı değil, içgüdüsüdür. Hatta hayvanlar da bu tür rüyalar görürler.
Freud’un teorisi yalnızca bu rüyaları kapsamaktadır. Onun teorisi vasıtasıyla, bastırmaya çalıştığımız ve bilinçaltına ittiğimiz rasyonel ve irrasyonel arzularımızın, rüyadaki ifadelerini bulabiliriz.
Rüya durumundan Sushupti’ye veya rüyasız uykuya geçebiliriz. Bu durumda, düşük seviyeli hisleri ve idraki içine alan aşağı düzeydeki tabiatımız, tesirsiz hale getirilmiştir. Burada bir gardiyan gibi kişiliğimiz içinde tamamen sarıp sarmalanmış olan Manas’ın bu görünümü uykuya dalar ve uyanık durumdayken esir olarak tutulmuş olan içimizdeki insan, Buddhi-Manas ile birleşmek üzere serbest duruma gelir. Gardiyan, yarı uyku halindedir ve içimizdeki insanın düşüncelerine ve hareketlerine, bir pencereden bakar gibi arasıra kısa bir bakış atar.
Sushupti’de kişiliğimizin engellerini ortadan kaldırarak, gerçek varlığımızla başbaşa oluruz. Upanişadlar’ın söylediği gibi: “Burada baba artık baba değildir, ne anne annedir, ne de dünya dünyadır...” Hatta, en katılaşmış suçlu bile, rüyasız uykunun bu basamağından hızlı bir şekilde geçer.
Gerçekten de, deneylerin gösterdiği gibi, Sushupti şuur planındaki uyku durumundan mahrum kalan insan tamamen yorgun olarak uyanır. Burada üst benliğimiz tamamen kendi planında kendi başına hareket eder, bütünüyle bilinçli ve herşeyi bilen bir durumdadır. O, eğer aralarında spiritüel uyum varsa, aynı plandaki diğer egolarla (benlerle) iletişim kurabilir. Bu durumdayken, biz daha önce aramızdan ayrılmış kişilerle de irtibat kurabiliriz. Bir kişi, uyandığında net olmayan hatıralara sahip olabilir. Fakat, iletişimde algıladığımız belirsiz hisler bize teselli verir.
Daha sonra biz bu rüyasız durumdan tekrar bir kez daha rüya durumuna geçeriz. Bunlar öyle rüyalardır ki; içimizdeki insanın (benin) yansıtmış olduğu deneyler ve fikirlerdir. Sushupti’de problemlerimize çözüm buluruz. Birçok sanatkar ve yaratıcı rüyalarından ilham almışlar veya uyanıkken halletmeye çalıştıkları problemlerin çözümünü rüyalarında bulmuşlardır.
Örneğin Alman kimyacı Kekule, rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görmüş ve bu rüya sonucunda benzen molekülünün kapalı halka yapısına ulaşabilmiştir. Rüyada bulunan bu çözüm, sembolik bir formdur. Egomuz tarafından kullanılan kendi düzlemindeki bu dil, uyanık durumdayken bildiğimizden tamamen farklıdır. Demek ki Üst Benlik, vücudumuzda yaşamına yeniden başladığında, deneyimlerini beynimize aktarmakta zorlanır. O, imajlar ve resimlerle iletişimde bulunur.
Bazen uyanık durumdaki bilinç haline geçtiğimizde, bizim rüya deneyimlerimiz bozulup çarpıtılmış olur, görüntülerin karmakarışık ve anlamsız olduğu görülür. Bunlar, karışık rüyalar olarak adlandırılır. Bu süreçte, kehanette bulunmayla ilgili rüyalar ve net bir görüntü şeklinde geleceğe ait olaylar görülebilir. Tarih, birçok kehanet rüyası örneğiyle doludur.
Bazen rüyalarımızda uyarılar alırız. Uyanık olduğumuzda, arzularımızın ve isteklerimizin çeşitliliği yüzünden zihnimiz karışmış durumdayken, hangi tehlikenin içine gireceğimizi önceden göremeyebiliriz. Bu tip rüyalar uyarı rüyaları olarak adlandırılırlar. Bir insan iki şekilde rüyalar yoluyla uyarı alabilir. Ya Abraham Lincoln gibi kendi ölümünü bir önsezi, bir uyarı halinde alabilir veya eğer bu insan kolaylıkla rüyalarından etkilenmeyen biriyse, diğer bazı insanlar onun adına uyarı rüyası görebilirler.
Bir de geçmişi hatırlatan rüyalar vardır. Bunlar bizim geçmiş yaşam hatıralarımızın anılarıdır ve genellikle astralden toparlanan başıboş görüntülerdir. Astral ışık evrensel bir kayıt gibi olduğundan, orada geçmiş, şimdi ve gelecek bütün olaylar derin bir şekilde yer etmiştir.
Bundan başka, içimizdeki yeteneklerin gelişmesi için sık sık gördüğümüz ve bizi daha yüksek değerlerde yaşamaya yönlendiren rüyalar da vardır. Bu tip rüyalar, açıkça atağa geçer ve sürekli bizi takip ederler. Bu daha yüksek ve daha aşağı olan doğamız arasındaki bir savaştır. Eğer ki, kişinin isteği ve özlemi daha yüksek değerdeki yaşamdan geri kalmamak yönündeyse fakat bu isteği doğrultusunda günlük düşüncelerini değişime uğratıp bunların muhasebesini yaparak, hareketlerinde bunu uygulayamıyorsa, rüya tekrarlanacaktır. Belki de ayrıntılarda bir değişim meydana gelecektir. Fakat kişi aşağı değerlerdeki davranış türlerine tekrar dalarsa veya savaş, karşıt yöndeki yaşam ve düşünceler tarafından kazanılırsa, ya da mücadeleden vazgeçilirse, bu tür rüyaların görülmesi de bitecektir.
Farklı çeşitlilikteki rüyaların analizini yaptığımızda görüyoruz ki,
a) Sushupti safhasının deneyimlerini, uyanık durumda da hatırlayabilmek ve
b) Bu rüyaları yorumlamak çok önemlidir. Söylendiğine göre, bir rüya açılmamış bir mektup gibiyse anlaşılamaz. Rüyalarımızın anlamını açıklayabilecek olan kişiler yalnızca bizleriz. Ne başka bir kişi, ne de herhangi bir rüya kitabı bunu yapabilir.
Rüyasız uyku sürecinin deneyimlerini geri getirmek için Jagrat'dan Sushupti‘ye doğru giden iletişim (mesaj) kanalının açık ve net olması gerekir. Beynimizin bu rüyaların ne kadarını hatırlayabildiği, onun ne kadar gözenekli olduğuna bağlıdır. Beynimizin gözenekli bir yapıda olması için daha az kişisel arzuya sahip olmalı, materyalist uğraşları terk etmeli ve ahlaklı, erdemli bir yaşama yönelmeliyiz.
Zihnimizin bu durumu, uykuya geçiş öncesinde uyku haline hemen etki eder. Bundan dolayı, her gece kendi kendimizi imtihandan geçirme pratiğini yapmamız tavsiye edilir. Bizim güdülerimiz, yöntemlerimiz, alışkanlıklarımız, gün boyunca başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler; hepsi de gözden geçirilmelidir. Herhangi bir kutsal metinden bir mısra tekrarlamak, kadim öğretilerden birkaç satır hatırlamak, zihni yatıştırmak ve bilinci Manas'a yükseltmek açısından yararlı olabilmektedir.
Rüyalar, gelişmemizde önemli bir rol oynarlar. Dolayısıyla, onların taşıdıkları mesajların anlamını çıkarmayı öğrenmek bizim gelişimimiz için gereklidir. Bu gece vizyonları, bilgeliği bir depoda toplamak gibidir. Uyanık durumdayken yanlış yapmamıza engel olan vicdanımızın sesi, bizim yüksek doğamızla bağlantı halindedir. Uyku sırasında ise, yüksek doğamızla daha fazla bağımız vardır. Bizler, bu gece vizyonlarından ruhsal gelişmemize destek olacak biçimde yararlanmayı öğrenmeliyiz.
Uphadi: Gölge ve şekil oyunu, evrensel doku.
Jagrat: Uyanık olduğumuzdaki şuur hali.
Swapna: Rüya gördüğümüz sıradaki şuur hali.
Sushupti: Kendini unutucak kadar derin uyku hali.
Turiya: Spiritüel şuurun en yüksek hali.
Atma-Buddhi: Aydınlanmış şuur.
Manas: Saf zihin, arzulara, dünyevi olana zincirlenmemiş zihin, zeka, insandaki ‘üst ben’şuurunun merkezi.
Yaşamımızın, hemen hemen üçte birlik bir bölümü uykuda geçer. Uyku esnasında neler olduğunu, hatta uykuya neyin sebep olduğunu keşfetmek konusunda pek meraklı değilizdir. Hiç ilgi duymadığımız bu durumu her gün yaşamak ise biraz şaşırtıcıdır.
Biz her gece niçin uyuruz? Genel inanca göre vücudumuz yorulup canlılığını yitirmeye başladığında, bizler de uykuya yenik düşeriz. Teozoflar, sabah uyandığımızdan daha fazla yaşam enerjisiyle dolduğumuzu söylemektedir. Gücümüz tükendiğinde veya dayanıklılığımı
zın sınırına dayandığımızda da uykuya dalarız. Uyku sırasında, denge sağlanır ve böylece uyanırız.
![]() |
Hypnos (Uyku) ve kardeşi Thanatos (Ölüm) |
Uykuda geçirdiğimiz saatlerin süresi insandan insana değişiklik gösterebilir fakat hepimiz uyumak zorundayızdır. Bir insan, bir şey yemeden üç hafta kadar yaşamını sürdürebilir fakat hiç kimse o kadar uykusuz kalamaz. Yapılan deneyler göstermiştir ki, insanlar uykudan mahrum bırakıldıklarında yalnızca fiziksel sağlıkları etkilenmekle kalmaz, ayrıca zihinsel sağlıkları ve konsantrasyon güçleri de bozulur.
H.P. Blavatsky, uykunun gerekliliğini şöyle açıklamıştır:
Ezoterizme göre, uykunun periyodik bir biçimde gerçekleşmesi, sinir merkezlerinin bitkinliğinin, özellikle de daha uzun süre hareket etmeyi reddeden beynin duyumsal sinir düğümlerinin bu şekilde düzenlenmiş olmasının bir zorunluluğudur. Eğer çalışamaz hale gelmişlerse, güçlerini başka bir planda veya Upadhi’de telafi etmeye mecbur kalırlardı. Hayat kaynağı tükenmiş bir durumdaki insan, bir takım şeyler arar. Örneğin, sıcak havadan dolayı bunalmış biri kendini soğuk suyla canlandırır. Uyku da güneşle aydınlanmış bir vadideki gölgeli bir sığınak gibidir.
Bizler, uykuda farklı şuur seviyelerinde bulunuruz ve uyanık kaldığımız zaman boyunca kullandığımız duyular ve yetenekler dinlenme durumundadırlar. Uyanık olduğumuz süre içinde beyin aktiftir, uykudayken ise bilinçsiz faaliyetleri kontrol eden beyincik idareyi devralır. Bundan dolayı uyku tamamıyla bilinçsizlik ve farkında olmayış hali değildir. Beynin belirli merkezleri uyanık bir durumdadır ve bir koruma görevlisi gibi hareket ederler. Tıpkı bir annenin gökgürültüsüne rağmen çok derin uyuyabildiği halde, bebeğinin ağlayışı ile uyanması gibi.
Uykudayken, duyuların farklı durumları iş başındadır; örneğin astral duyular gibi. Örneğin, uyurgezerlik durumunda, astral kontrolü tamamen elinde tutar ve astral beden, fiziksel bedeni peşinden sürükler. Onun kontrolü öylesine doğrudur ki, biz uyurgezer durumda yürüyenleri, daracık düz bir çıkıntı üzerinde bile düşmeden durur bir halde buluruz. Bu gibi şeyler, onların uyanık durumdayken yapmaya asla cesaret edemeyecekleri şeylerdir.
Bizler uykudayken, farklı bilinç seviyelerinde bulunuruz. Birkaç seviyede işler durumda olan tek bir şuur vardır. Teozofi dört şuur durumundan bahseder; Jagrat, Swapna, Sushupti ve Turiya.
Bir Atma-Buddhi ışını olan daha da yüksek Manas, insandaki ‘üst benlik’tir. Her yeni enkarnasyon ışını kendi kendini tasarlar ve bu “bedenlenmiş Manas” olarak adlandırılır. Enkarnasyonda, Manas ikili hale gelir; yani ya arzulara doğru aşağı çekilir Kamamanas ( arzu zihin) olur ya da Buddhi durumuna doğru yükselir olur. Bedenlenmiş Manas'ın bir unsuru, arzuların ve dünyasal olayların içine dalmıştır, fakat Manas’ın gelişmemiz için kişiliğimiz üzerinde çabalamak zorundayken kendisini hapishanedeymiş gibi hisseden daha yüksek bir unsuru da vardır. Uyku boyunca bizlere daha yüksek ilke ve prensiplerle temasa geçme fırsatını veren Manas’ın bu görünümü, uyanık durumdayken tamamıyla hareketsiz olan Buddhi ve Atma halleridir.
Şuurun bu dört durumuna, eşmerkezli daireler şeklinde bakılabilir. Turiya, spiritüel şuur durumunun en yüksek hali ve merkezidir. Atma’ya, en yakındır. Bu durum yalnızca bilgelerin ve kahinlerin, istediklerinde girebilecekleri bir durumdur.
Jagrat uyanık durumdur ve diğer ucun en sonu ve merkezden en uzak olanıdır. Bir kişi Sushupti'ye doğrudan doğruya ulaşamaz. Bu, derin uyku halidir. Çünkü ikisinin arasında rüya görme durumu olan Swapna vardır. Uykuya dalarken, Swapna ya da rüya haline gireriz. Fakat bu rüya durumu - Jagrat'dan Sushupti’ye geçerken- biz Sushupti'den Jagrat'a geri gelirken girdiğimiz rüya durumundan tamamen farklıdır. Bu tür rüyalar, mekanik hareketler olan arzularımızın birleşmesiyle üretilirler. Bu rüyayı görenin faal halde olan mantığı değil, içgüdüsüdür. Hatta hayvanlar da bu tür rüyalar görürler.
Freud’un teorisi yalnızca bu rüyaları kapsamaktadır. Onun teorisi vasıtasıyla, bastırmaya çalıştığımız ve bilinçaltına ittiğimiz rasyonel ve irrasyonel arzularımızın, rüyadaki ifadelerini bulabiliriz.
Rüya durumundan Sushupti’ye veya rüyasız uykuya geçebiliriz. Bu durumda, düşük seviyeli hisleri ve idraki içine alan aşağı düzeydeki tabiatımız, tesirsiz hale getirilmiştir. Burada bir gardiyan gibi kişiliğimiz içinde tamamen sarıp sarmalanmış olan Manas’ın bu görünümü uykuya dalar ve uyanık durumdayken esir olarak tutulmuş olan içimizdeki insan, Buddhi-Manas ile birleşmek üzere serbest duruma gelir. Gardiyan, yarı uyku halindedir ve içimizdeki insanın düşüncelerine ve hareketlerine, bir pencereden bakar gibi arasıra kısa bir bakış atar.
Sushupti’de kişiliğimizin engellerini ortadan kaldırarak, gerçek varlığımızla başbaşa oluruz. Upanişadlar’ın söylediği gibi: “Burada baba artık baba değildir, ne anne annedir, ne de dünya dünyadır...” Hatta, en katılaşmış suçlu bile, rüyasız uykunun bu basamağından hızlı bir şekilde geçer.
Gerçekten de, deneylerin gösterdiği gibi, Sushupti şuur planındaki uyku durumundan mahrum kalan insan tamamen yorgun olarak uyanır. Burada üst benliğimiz tamamen kendi planında kendi başına hareket eder, bütünüyle bilinçli ve herşeyi bilen bir durumdadır. O, eğer aralarında spiritüel uyum varsa, aynı plandaki diğer egolarla (benlerle) iletişim kurabilir. Bu durumdayken, biz daha önce aramızdan ayrılmış kişilerle de irtibat kurabiliriz. Bir kişi, uyandığında net olmayan hatıralara sahip olabilir. Fakat, iletişimde algıladığımız belirsiz hisler bize teselli verir.
Daha sonra biz bu rüyasız durumdan tekrar bir kez daha rüya durumuna geçeriz. Bunlar öyle rüyalardır ki; içimizdeki insanın (benin) yansıtmış olduğu deneyler ve fikirlerdir. Sushupti’de problemlerimize çözüm buluruz. Birçok sanatkar ve yaratıcı rüyalarından ilham almışlar veya uyanıkken halletmeye çalıştıkları problemlerin çözümünü rüyalarında bulmuşlardır.
Örneğin Alman kimyacı Kekule, rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görmüş ve bu rüya sonucunda benzen molekülünün kapalı halka yapısına ulaşabilmiştir. Rüyada bulunan bu çözüm, sembolik bir formdur. Egomuz tarafından kullanılan kendi düzlemindeki bu dil, uyanık durumdayken bildiğimizden tamamen farklıdır. Demek ki Üst Benlik, vücudumuzda yaşamına yeniden başladığında, deneyimlerini beynimize aktarmakta zorlanır. O, imajlar ve resimlerle iletişimde bulunur.
Bazen uyanık durumdaki bilinç haline geçtiğimizde, bizim rüya deneyimlerimiz bozulup çarpıtılmış olur, görüntülerin karmakarışık ve anlamsız olduğu görülür. Bunlar, karışık rüyalar olarak adlandırılır. Bu süreçte, kehanette bulunmayla ilgili rüyalar ve net bir görüntü şeklinde geleceğe ait olaylar görülebilir. Tarih, birçok kehanet rüyası örneğiyle doludur.
Bazen rüyalarımızda uyarılar alırız. Uyanık olduğumuzda, arzularımızın ve isteklerimizin çeşitliliği yüzünden zihnimiz karışmış durumdayken, hangi tehlikenin içine gireceğimizi önceden göremeyebiliriz. Bu tip rüyalar uyarı rüyaları olarak adlandırılırlar. Bir insan iki şekilde rüyalar yoluyla uyarı alabilir. Ya Abraham Lincoln gibi kendi ölümünü bir önsezi, bir uyarı halinde alabilir veya eğer bu insan kolaylıkla rüyalarından etkilenmeyen biriyse, diğer bazı insanlar onun adına uyarı rüyası görebilirler.
Bir de geçmişi hatırlatan rüyalar vardır. Bunlar bizim geçmiş yaşam hatıralarımızın anılarıdır ve genellikle astralden toparlanan başıboş görüntülerdir. Astral ışık evrensel bir kayıt gibi olduğundan, orada geçmiş, şimdi ve gelecek bütün olaylar derin bir şekilde yer etmiştir.
Bundan başka, içimizdeki yeteneklerin gelişmesi için sık sık gördüğümüz ve bizi daha yüksek değerlerde yaşamaya yönlendiren rüyalar da vardır. Bu tip rüyalar, açıkça atağa geçer ve sürekli bizi takip ederler. Bu daha yüksek ve daha aşağı olan doğamız arasındaki bir savaştır. Eğer ki, kişinin isteği ve özlemi daha yüksek değerdeki yaşamdan geri kalmamak yönündeyse fakat bu isteği doğrultusunda günlük düşüncelerini değişime uğratıp bunların muhasebesini yaparak, hareketlerinde bunu uygulayamıyorsa, rüya tekrarlanacaktır. Belki de ayrıntılarda bir değişim meydana gelecektir. Fakat kişi aşağı değerlerdeki davranış türlerine tekrar dalarsa veya savaş, karşıt yöndeki yaşam ve düşünceler tarafından kazanılırsa, ya da mücadeleden vazgeçilirse, bu tür rüyaların görülmesi de bitecektir.
Farklı çeşitlilikteki rüyaların analizini yaptığımızda görüyoruz ki,
a) Sushupti safhasının deneyimlerini, uyanık durumda da hatırlayabilmek ve
b) Bu rüyaları yorumlamak çok önemlidir. Söylendiğine göre, bir rüya açılmamış bir mektup gibiyse anlaşılamaz. Rüyalarımızın anlamını açıklayabilecek olan kişiler yalnızca bizleriz. Ne başka bir kişi, ne de herhangi bir rüya kitabı bunu yapabilir.
Rüyasız uyku sürecinin deneyimlerini geri getirmek için Jagrat'dan Sushupti‘ye doğru giden iletişim (mesaj) kanalının açık ve net olması gerekir. Beynimizin bu rüyaların ne kadarını hatırlayabildiği, onun ne kadar gözenekli olduğuna bağlıdır. Beynimizin gözenekli bir yapıda olması için daha az kişisel arzuya sahip olmalı, materyalist uğraşları terk etmeli ve ahlaklı, erdemli bir yaşama yönelmeliyiz.
Zihnimizin bu durumu, uykuya geçiş öncesinde uyku haline hemen etki eder. Bundan dolayı, her gece kendi kendimizi imtihandan geçirme pratiğini yapmamız tavsiye edilir. Bizim güdülerimiz, yöntemlerimiz, alışkanlıklarımız, gün boyunca başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler; hepsi de gözden geçirilmelidir. Herhangi bir kutsal metinden bir mısra tekrarlamak, kadim öğretilerden birkaç satır hatırlamak, zihni yatıştırmak ve bilinci Manas'a yükseltmek açısından yararlı olabilmektedir.
Rüyalar, gelişmemizde önemli bir rol oynarlar. Dolayısıyla, onların taşıdıkları mesajların anlamını çıkarmayı öğrenmek bizim gelişimimiz için gereklidir. Bu gece vizyonları, bilgeliği bir depoda toplamak gibidir. Uyanık durumdayken yanlış yapmamıza engel olan vicdanımızın sesi, bizim yüksek doğamızla bağlantı halindedir. Uyku sırasında ise, yüksek doğamızla daha fazla bağımız vardır. Bizler, bu gece vizyonlarından ruhsal gelişmemize destek olacak biçimde yararlanmayı öğrenmeliyiz.
Uphadi: Gölge ve şekil oyunu, evrensel doku.
Jagrat: Uyanık olduğumuzdaki şuur hali.
Swapna: Rüya gördüğümüz sıradaki şuur hali.
Sushupti: Kendini unutucak kadar derin uyku hali.
Turiya: Spiritüel şuurun en yüksek hali.
Atma-Buddhi: Aydınlanmış şuur.
Manas: Saf zihin, arzulara, dünyevi olana zincirlenmemiş zihin, zeka, insandaki ‘üst ben’şuurunun merkezi.
29 Eylül 2016 Perşembe
Kıymet Kalıplarda Değil Tesirlerdedir - Dr. Bedri Ruhselman
Sevgilisini kaybetmiş bir insanın karşısına, her noktasında o kaybettiği varlığa benzeyen mermerden bir heykelini yapıp koysanız, bununla o insanın ıstırabını teskin edebilir misiniz? Elbette hayır.
Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.
Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.
Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.
İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.
Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.
Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.
İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.
Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.
Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.
Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.
Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.
Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.
Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...
Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.
Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.
Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.
Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...
Dr. Bedri Ruhselman
Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.
Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.
Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.
İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.
Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.
Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.
İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.
Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.
Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.
Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.
Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.
Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.
Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...
Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.
Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.
Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.
Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...
Dr. Bedri Ruhselman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)