25 Aralık 2016 Pazar

Bilginin tehlikeleri

Doğu Bilgeliği'nin en önemli kaynaklarından biri olan Bhagavad Gita'da üzerinde tefekkür edilmesi gereken önemli bölümlerden biri de şudur : 

"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır." 

Kişi vazifesini fark edip, varoluş ödevini gerçekleştirmeye odaklandığında gerçekten yaşar.
Sana ait ödevlerin, sorumlulukların diğer kişiler tarafından yaşanmak ve onlara vazife olmak durumunda değildir.  O ödev, vazife bilinci senin içindir, çünkü sen bilinçli olarak seçim yaptın, tercih ettin, yaşadın, tekamülün için gerekli bu deneyimlerin içinden geçiyorsun.

Yaşamdaki vazifeni idrak edebiliyorsan, bunu çevrene iyi kalbinle, erdemli örneğinle, eylemlerinle, özü sözü bir olmanla, düşüncede, sözde, davranışlardaki doğruluğunla, yaratıcı enerjinle aktarmalısın. 

Eleştiren, yargılayan, bölen, ayrımcılığa katılma tuzağına düşmeden...Birliği koruyarak.


Doğruların, erdemlerin, canlı ve somut bir örneği olmaya enerjini vererek yaşamalısın.

Bilgin, tecrüben artınca fark ettiklerinle başkalarının neden öyle yaptığına, neyi yapamadıklarına yönelmeden, yargılamadan...Aksine nasıl yapılabileceğinin somut ve canlı birer kanıtı olarak. Lafta kalmadan...Bunları düşünmekle teoride kalmadan... Pratik ve uygulama ile kendini ve çevreni dönüştürmelisin.

Kadim zamanlardan beri aktarılan öğretileri, bilgeliğin kutsal kitaplarında yaşamış canlı örneklerin tecrübelerinden aktarılanları okumalı ve okumakla yetinmemelisin.

İdeaların latif planlarında asılı olan zamansız kütüphanelerdeki bu reçeteleri, imgelemin, yaratıcı gücünle, iradenle yaşama geçirmeli,böylece onlara can vermelisin. 

Dünyanın sözlere karnı tok...Bilgi tek başına dünyayı iyileştirmeye, acıları azaltmaya yetmiyor. Bir bilgenin söylediği gibi "mürekkep yalamak yetmiyor".

Acı cehaletten doğar. 
Cehalet (avidya) eğitimle aşılabilir, ancak kör cehalet (angyana) bildiğini zannetmek, ışığı perdelemeye ve alt benin gölgesinde yaşamaya benzer, büyük zararlara yol açar, bencilleştirir, ayrıştırır, habisleşir. 

Kör cehalet, insanın açlığının neden kaynaklandığını bilmemesidir ve büyüyen açlığı ile acıları zincirleme reaksiyona sokmasına neden olur. 
Açlık geçici olana duyulan arzulardan kaynaklanır ve asla tatmin olmaz, beslersin, “daha” der. 

Siddharta Gautama Buda öğretilerinde insanı yeni acılara sürükleyen, karmik zincirler yaratan üç tür açlıktan bahseder:  1) Haz açlığı, 2) Sahip olma açlığı 3) Yaşama açlığı

İnsan ruhunun açlığı bilgiyle giderilmez. İçselleşmeyen bilgi yeniden acıktırır, yeni hazlar yaratır, daha çok tükettirir, madde mağarasına zincirler. 

Bilgi içselleşmediğinde, düşüncelerin labirentlerinde kaybolabilirsin, aynalı odada (kamamanas=arzuların zihni, somut zihin) parçalanır, yanılsamalı görüntüler, sanılar, kanılar yaratır, böler, ayrılır, kalbe ulaşmaz, kalbe ulaşmayan bilgi de ruha dokunmaz. Bilinç, farkındalık, idrak yaratmaz. Unutuverirsin...ve yeniden acıkırsın, her seferinde açlığın daha da büyür... 


Tüm BİLgiler ve tüm BİLimler, BİLinç yaratmak için araçlardır.. 

Kökenleri bile aynıdır. "BİL" .... Kendini BİLmen için. 
Cehaletini fark etmen, bildiğini zannetmelerini, kanılarını bırakman için,
Bilgilerden bilinç çıkarmak için, bilincini ruhuna çıkarman için.. 
Ruhundaki Ebedi Sandık'ta gizli, uyuyan bilgeliğinin uyanması için...

"Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka birşey değildir", der Platon.

Bilgileri tüketmekten, israf etmekten vazgeçelim, hazmedelim, içselleştirelim. Yediğimiz gıdaların bedenimizde yaptığı gibi bilgiyi yaşayarak yaratıcı enerjiye dönüştürelim. 
Bilgi, geçici ve sonlu bir araçtır ve sadece bilinç basamaklarında tırmanman için enerji kaynağıdır. Tüm bilgiler, Doğa'ya işlenmiştir, sonra üzeri sırlanmıştır... Aynaların içinden harikalar dünyasına geçmenin sırrı bunu anlatır.

H.P.Blavatsky’nin söylediği gibi, “Dünyadaki tüm kitaplar yakılsa bile, tüm bilgiler doğaya bakılarak tekrar yazılabilir.“ 
Doğanın ardındaki yasaları merak eden kitaplarla yetinmez, Hikmet Kitab'ını okur, OKUnanlar ruhuna dokunur... 

Bilgileri toplamakla yetinmeyelim, bilgi hamalı olmayalım, özünü toplayarak simyacı arılar gibi altın renkli, şifalı bala dönüştürelim. Okuyorsak, öğreniyorsak, kitaplar, güzel sözler yazıyorsak yazdıklarımızı önce yaşayanlar, sonra da aktaranlar olalım. 

Çünkü insan gerçekten deneyimlediği şeyi kalpten aktarabilir ve diğerlerine faydalı olabilir. Bu aktarım ruhtan gelen Öz'e dair hakikatli deneyimlerdir, asla unutmayacağımız dersler alarak öğrendiklerimizdir, ruhumuza kazınmış değerli tecrübelerdir. 

Yaşadığımız çağda insanlığın en büyük imtihanlarından biri bilginin ve düşünce gücünün nasıl kullanıldığında, bilgisizlikte değil.  
Bilgi tehlikelerle dolu bir araç halini almışken, zihinleri körleştirip, duyguları felç etmekteyken, bilgiyi nasıl kullandığına ve onunla ne yarattığına çok dikkat etmeli. 

Tarih boyunca bilgiyi bilgelikle kullanmayanların insanlığa verdiği zarar,  bilmeyenlerin hatalarından çok çok daha büyük oldu ve her ortaçağda tekerrür eden kör cehalet teknolojiyi de kullanarak çığ gibi büyüyen acılar yaratıyor. 

Bilgiyi farkındalıkla, bilinçle, iyi amaçlarla, bilgelik patikasını inşa etmek için, herkesin iyiliği için kullanalım. Bilginin tehlikelerine karşı uyanık olalım. 

Bilginin doğası ateşe benzer, düşük bilinçle kullanıldığında egonun elinde yakıcıdır, arzuların zihni bölücü ve yıkıcıdır. Bilgi, sevgiyle, yüksek bilinçle, evrensellik ilkeleriyle, bütünün yararına ve birlik için kullanılmalıdır. 

Bilgilerimizi paylaşmak çok iyidir, ama bilginin nasıl ve ne için kullanılacağını doğru ve herkese faydalı şekilde aktarmak daha yararlıdır.

Bilgi tüketimi ile, artan bilgi bolluğuna bir katkı daha mı yapmayı arıyoruz, yoksa bilgilerin nasıl yaşama geçirilebileceğini önce kendimiz uyguluyor ve aktarıyor muyuz ? Bilginin nihai amacı olan bilgeliğe sadık ve layık oluyor muyuz ? 

Bilmediğini bilirsen, bilmediklerine yönelirsin...Hangi bilgilerle daha iyi bir insanı, daha iyi bir dünyayı inşa edebileceğimizin farkına varalım. Aklı salim, sağduyulu, basiretli olalım.
Sade, net, açık, sağlam ve doğru fikirlere sahip olalım. 

Bilmediğimizi değil, bilgiyi insanın tekamülünde ve daha iyi bir gelecek için nasıl doğru kullanılacağını ve akl-ı selimi geliştirmemiz gerektiğini fark edelim. 

Zihinsel plan yaradılışımızdaki diğer araçlarımızdan (beden, enerji, duygular) daha sutil, latif olduğundan, zihne hakim olunması zordur. Düşünce gücü, fikirler, bilgiler, niyetler madde planından daha yüksek frekansta titreştiklerinden  yönetilmeleri, doğru kullanımı fiziksel bir aracı doğru kullanmayı öğrenmekten çok daha zordur. 

Zihnin özdenetimi konusu bu nedenle insanın tekamülünü esas alan tüm kadim öğretilerin odak noktasında yer alır. Bilincin yükseltilmesi, doğru dikkat ve farkındalığın geliştirilmesi, uyanıklığın muhafazası, doğru konsantrasyon, meditasyon gibi uygulamaların sürekli yapılmasının amacı bir süreliğine rahatlamak, hoş hisler yaşamak değil, zihnin arzulardan arındırılması, gerçek doğasının keşfedilmesi ve aklın mertebelerinde yetkinleşmek içindir.  

Çünkü insanlık Kova Çağı'ndaki bu düşüş döngüsünde zihinsel aracını doğru şekilde nasıl kullanacağını öğrenme tecrübesini yapmaktadır.  Zihinle, bilgiyle acılarını da yaratabileceği gibi, kurak çölleri bereketli topraklara dönüştürebilme kapasitesini de barındırmaktadır.

Geçişi daha az acılar, kederler yaşayarak yapabilmek için ihtiyacı ise, zihne doğru yönü verecek ortak bir insanlık ideali, yüksek ve anlamlı bir yaşam amacı, bilincine yol gösterecek kadim öğretiler ve bilgilerini basamaklı yola dönüştürecek bilgelik sevgisidir.


Felsefe, bilmek değildir, bilgelik aşkıdır...Malzemesi bilgidir, onu tutuşturup, yakıp ışığa dönüştüren Hikmet ise Aşk'tadır. Kökeni göklerde olan Aşkta...

Bilgelik Sevgisi bilgiye sadakat, Hakikat arayışına bağlılık göstermeye yönelten yüksek bir içsel duygudur, aklı ve kalbi BİRleştirir. 

Hakikat Aşıklar'ı bilgiyle, öğrenmekle yetinmez, enerjisiyle yayılan, aktaran, herşeye ışık ve can veren Güneş gibi yaşar... Gökte olan aşkından dolayı yerdeki her AN'ına ışık koyar.

Kendi ruhuna, diğerlerinin ölümsüz ruhlarına, zamansız öğretilerin ruhuna dokunur. 

Bilgiyi bilgeliğe dönüştürmek için ödevini yaparken sürdürdüğü yaşamı da, ölümü de soylu olur, kendisinden sonraki yaşamlarda yankılanır.  

"Başkasının ödevini yaparak yaşamak ölüm, kendi ödevini yaparken ölmek yaşamdır." 

Sevgilerimle 
Uğur Başak Arpacıoğlu
25.12.2016, Kadıköy, İstanbul 


ETİMOLOJİK KAYNAKLAR:  Bilmek – lat. scire, sciens - know
Bilim – lat.scientia  - science  (knowledge)
Bilinç – lat. conscire, consciens, conscientia - conscience ( with knowledge)

Consciousness; thinking; awareness, especially self-awareness.


BİLİNÇ (ingilizce) : Conscience , From Old French conscience < Latin conscientia (“knowledge within oneself”) < consciens, present participle of conscire (“to know, to be conscious (of wrong)”) < com- (“together”) + scire (“to know”)

BİLİM :  Science,  From Old French science, from Latin scientia (“knowledge”), from sciens, the present participle stem of scire  ("to know")

-SOPHY 
suffix meaning "knowledge," from O.Fr. -sophie, from L. -sophia, from Gk. -sophia, from sophia "skill, wisdom, knowledge," of unknown origin.

PHILOSOPHY 
c.1300, from O.Fr. filosofie (12c.), from L. philosophia, from Gk. philosophia "love of knowledge, wisdom," from philo- "loving" (see philo-) + sophia "knowledge, wisdom," fromsophis "wise, learned;" of unknown origin.
Nec quicquam aliud est philosophia, si interpretari velis, praeter studium sapientiae; sapientia autem est rerum divinarum et humanarum causarumque quibus eae res continentur scientia. [Cicero, "De Officiis"]

İLGİLİ DİĞER YAZILAR : 

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2014/02/bilimler-yetmiyor-dunyay-iyi.html

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2013/03/bir-erdem-olarak-arastirmak.html

https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com.tr/2016/06/altin-basamaklar.html

18 Aralık 2016 Pazar

In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung


In All Chaos There is a Cosmos – Carl Gustav Jung

Thus the anima and life itself are meaningless in so far as they offer no interpretation.
Yet they have a nature that can be interpreted, for in all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order, in all caprice a fixed law, for everything that works is grounded on its opposite. 

It takes man's discriminating understanding, which breaks everything down. into antinomial judgments, to recognize this.

Once he comes to grips with the anima, her chaotic capriciousness will give him cause to suspect a secret order, to sense a plan, a meaning, a purpose over and above her nature, or even-we might almost be tempted to say-to "postulate" such a thing, though this would not be in accord with the truth. 

For in actual reality we do not have at our command any power of cool reflection, nor does any science or philosophy help us, and the traditional teachings of religion do so only to a limited degree. 

We are caught and entangled in aimless experience, and the judging intellect with its categories proves itself powerless. 

Human interpretation fails, for a turbulent life-situation has arisen that refuses to fit any of the traditional meanings assigned to it.

It is a moment of collapse. 

We sink into a final depth-Apuleius calls it "a kind of voluntary death." 

It is a surrender of our own powers, not artificially willed but forced upon us by nature; not a voluntary submission and humiliation decked in moral garb but an utter and unmistakable defeat crowned with the panic fear of demoralization.

Only when all props and crutches are broken, and no cover from the rear offers even the slightest hope of security, does it become possible for us to experience an archetype that up till then had lain hidden behind the meaningful nonsense played out by the anima. 

This is the archetype of meaning, just as the anima is the archetype of life itself. 


In all chaos there is a cosmos, in all disorder a secret order. Every civilized human being, whatever his conscious development, is still an archaic man at the deeper levels of his psyche. 

Just as the human body connects us with the mammals and displays numerous relics of earlier evolutionary stages going back to even the reptilian age, so the human psyche is likewise a product of evolution which, when followed up to its origins, show countless archaic traits.


A more or less superficial layer of the unconscious is undoubtedly personal. I call it the “personal unconscious.” But this personal layer rests upon a deeper layer, which does not derive from personal experience and is not a personal acquisition but is inborn. This deeper layer I call the “collective unconscious”. I have chosen the term “collective” because this part of the unconscious is not individual but universal; in contrast to the personal psyche, it has contents and modes of behaviour that are more or less the same everywhere and in all individuals.

The great decisions of human life have as a rule far more to do with the instincts and other mysterious unconscious factors than with conscious will and well-meaning reasonableness. The shoe that fits one person pinches another; there is no recipe for living that suits all cases. Each of us carries his own life-form—an indeterminable form which cannot be superseded by any other.

We are living in what the Greeks called the right time for a “metamorphosis of the gods,” i.e. of the fundamental principles and symbols. This peculiarity of our time, which is certainly not of our conscious choosing, is the expression of the unconscious man within us who is changing. 

Coming generations will have to take account of this momentous transformation if humanity is not to destroy itself through the might of its own technology and science.
My interests drew me in different directions. On the one hand I was powerfully attracted by science, with its truths based on facts; on the other hand I was fascinated by everything to do with comparative religion… In science I missed the factor of meaning; and in religion, that of empiricism.

Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves… We should not pretend to understand the world only by the intellect; we apprehend it just as much by feeling. Therefore, the judgment of the intellect is, at best, only the half of truth, and must, if it be honest, also come to an understanding of its inadequacy.

Motherlove… is one of the most moving and unforgettable memories of our lives, the mysterious root of all growth and change; the love that means homecoming, shelter, and the long silence from which everything begins and in which everything ends. Intimately known and yet strange like Nature, lovingly tender and yet cruel like fate, joyous and untiring giver of life-mater dolorosa and mute implacable portal that closes upon the dead.

Mother is motherlove, my experience and my secret. Why risk saying too much, too much that is false and inadequate and beside the point, about that human being who was our mother, the accidental carrier of that great experience which includes herself and myself and all mankind, and indeed the whole of created nature, the experience of life whose children we are?

The grasping of the whole is obviously the aim of science… but it is a goal that necessarily lies very far off because science, whenever possible, proceeds experimentally and in all cases statistically. Experiment, however, consists in asking a definite question which excludes as far as possible anything disturbing and irrelevant. It makes conditions, imposes them on Nature, and in this way forces her to give an answer to a question devised by man. She is prevented from answering out of the fullness of her possibilities since these possibilities are restricted as far as practible.

For this purpose there is created in the laboratory a situation which is artificially restricted to the question which compels Nature to give an unequivocal answer. The workings of Nature in her unrestricted wholeness are completely excluded. If we want to know what these workings are, we need a method of inquiry which imposes the fewest possible conditions, or if possible no conditions at all, and then leave Nature to answer out of her fullness.”

Carl Gustav Jung, Archetypes and Collective Unconscious




16 Aralık 2016 Cuma

Uyku ve Rüyalar-1

Uyku ve Rüyalar (Theosophical Movement Dergisi'nden) 

Yaşamımızın, hemen hemen üçte birlik bir bölümü uykuda geçer. Uyku esnasında neler olduğunu, hatta uykuya neyin sebep olduğunu keşfetmek konusunda pek meraklı değilizdir. Hiç ilgi duymadığımız bu durumu her gün yaşamak ise biraz şaşırtıcıdır.

Biz her gece niçin uyuruz? Genel inanca göre vücudumuz yorulup canlılığını yitirmeye başladığında, bizler de uykuya yenik düşeriz. Teozoflar, sabah uyandığımızdan daha fazla yaşam enerjisiyle dolduğumuzu söylemektedir. Gücümüz tükendiğinde veya dayanıklılığımı
zın sınırına dayandığımızda da uykuya dalarız. Uyku sırasında, denge sağlanır ve böylece uyanırız.

Hypnos (Uyku) ve kardeşi Thanatos (Ölüm)

Uykuda geçirdiğimiz saatlerin süresi insandan insana değişiklik gösterebilir fakat hepimiz uyumak zorundayızdır. Bir insan, bir şey yemeden üç hafta kadar yaşamını sürdürebilir fakat hiç kimse o kadar uykusuz kalamaz. Yapılan deneyler göstermiştir ki, insanlar uykudan mahrum bırakıldıklarında yalnızca fiziksel sağlıkları etkilenmekle kalmaz, ayrıca zihinsel sağlıkları ve konsantrasyon güçleri de bozulur.

H.P. Blavatsky, uykunun gerekliliğini şöyle açıklamıştır:
Ezoterizme göre, uykunun periyodik bir biçimde gerçekleşmesi, sinir merkezlerinin bitkinliğinin, özellikle de daha uzun süre hareket etmeyi reddeden beynin duyumsal sinir düğümlerinin bu şekilde düzenlenmiş olmasının bir zorunluluğudur. Eğer çalışamaz hale gelmişlerse, güçlerini başka bir planda veya Upadhi’de telafi etmeye mecbur kalırlardı. Hayat kaynağı tükenmiş bir durumdaki insan, bir takım şeyler arar. Örneğin, sıcak havadan dolayı bunalmış biri kendini soğuk suyla canlandırır. Uyku da güneşle aydınlanmış bir vadideki gölgeli bir sığınak gibidir.

Bizler, uykuda farklı şuur seviyelerinde bulunuruz ve uyanık kaldığımız zaman boyunca kullandığımız duyular ve yetenekler dinlenme durumundadırlar. Uyanık olduğumuz süre içinde beyin aktiftir, uykudayken ise bilinçsiz faaliyetleri kontrol eden beyincik idareyi devralır. Bundan dolayı uyku tamamıyla bilinçsizlik ve farkında olmayış hali değildir. Beynin belirli merkezleri uyanık bir durumdadır ve bir koruma görevlisi gibi hareket ederler. Tıpkı bir annenin gökgürültüsüne rağmen çok derin uyuyabildiği halde, bebeğinin ağlayışı ile uyanması gibi.

Uykudayken, duyuların farklı durumları iş başındadır; örneğin astral duyular gibi. Örneğin, uyurgezerlik durumunda, astral kontrolü tamamen elinde tutar ve astral beden, fiziksel bedeni peşinden sürükler. Onun kontrolü öylesine doğrudur ki, biz uyurgezer durumda yürüyenleri, daracık düz bir çıkıntı üzerinde bile düşmeden durur bir halde buluruz. Bu gibi şeyler, onların uyanık durumdayken yapmaya asla cesaret edemeyecekleri şeylerdir.

Bizler uykudayken, farklı bilinç seviyelerinde bulunuruz. Birkaç seviyede işler durumda olan tek bir şuur vardır. Teozofi dört şuur durumundan bahseder; Jagrat, Swapna, Sushupti ve Turiya.

Bir Atma-Buddhi ışını olan daha da yüksek Manas, insandaki ‘üst benlik’tir. Her yeni enkarnasyon ışını kendi kendini tasarlar ve bu “bedenlenmiş Manas” olarak adlandırılır. Enkarnasyonda, Manas ikili hale gelir; yani ya arzulara doğru aşağı çekilir Kamamanas ( arzu zihin) olur ya da Buddhi durumuna doğru yükselir olur. Bedenlenmiş Manas'ın bir unsuru, arzuların ve dünyasal olayların içine dalmıştır, fakat Manas’ın gelişmemiz için kişiliğimiz üzerinde çabalamak zorundayken kendisini hapishanedeymiş gibi hisseden daha yüksek bir unsuru da vardır. Uyku boyunca bizlere daha yüksek ilke ve prensiplerle temasa geçme fırsatını veren Manas’ın bu görünümü, uyanık durumdayken tamamıyla hareketsiz olan Buddhi ve Atma halleridir.

Şuurun bu dört durumuna, eşmerkezli daireler şeklinde bakılabilir. Turiya, spiritüel şuur durumunun en yüksek hali ve merkezidir. Atma’ya, en yakındır. Bu durum yalnızca bilgelerin ve kahinlerin, istediklerinde girebilecekleri bir durumdur.

Jagrat uyanık durumdur ve diğer ucun en sonu ve merkezden en uzak olanıdır. Bir kişi Sushupti'ye doğrudan doğruya ulaşamaz. Bu, derin uyku halidir. Çünkü ikisinin arasında rüya görme durumu olan Swapna vardır. Uykuya dalarken, Swapna ya da rüya haline gireriz. Fakat bu rüya durumu - Jagrat'dan Sushupti’ye geçerken- biz Sushupti'den Jagrat'a geri gelirken girdiğimiz rüya durumundan tamamen farklıdır. Bu tür rüyalar, mekanik hareketler olan arzularımızın birleşmesiyle üretilirler. Bu rüyayı görenin faal halde olan mantığı değil, içgüdüsüdür. Hatta hayvanlar da bu tür rüyalar görürler.
Freud’un teorisi yalnızca bu rüyaları kapsamaktadır. Onun teorisi vasıtasıyla, bastırmaya çalıştığımız ve bilinçaltına ittiğimiz rasyonel ve irrasyonel arzularımızın, rüyadaki ifadelerini bulabiliriz.

Rüya durumundan Sushupti’ye veya rüyasız uykuya geçebiliriz. Bu durumda, düşük seviyeli hisleri ve idraki içine alan aşağı düzeydeki tabiatımız, tesirsiz hale getirilmiştir. Burada bir gardiyan gibi kişiliğimiz içinde tamamen sarıp sarmalanmış olan Manas’ın bu görünümü uykuya dalar ve uyanık durumdayken esir olarak tutulmuş olan içimizdeki insan, Buddhi-Manas ile birleşmek üzere serbest duruma gelir. Gardiyan, yarı uyku halindedir ve içimizdeki insanın düşüncelerine ve hareketlerine, bir pencereden bakar gibi arasıra kısa bir bakış atar.

Sushupti’de kişiliğimizin engellerini ortadan kaldırarak, gerçek varlığımızla başbaşa oluruz. Upanişadlar’ın söylediği gibi: “Burada baba artık baba değildir, ne anne annedir, ne de dünya dünyadır...” Hatta, en katılaşmış suçlu bile, rüyasız uykunun bu basamağından hızlı bir şekilde geçer.
Gerçekten de, deneylerin gösterdiği gibi, Sushupti şuur planındaki uyku durumundan mahrum kalan insan tamamen yorgun olarak uyanır. Burada üst benliğimiz tamamen kendi planında kendi başına hareket eder, bütünüyle bilinçli ve herşeyi bilen bir durumdadır. O, eğer aralarında spiritüel uyum varsa, aynı plandaki diğer egolarla (benlerle) iletişim kurabilir. Bu durumdayken, biz daha önce aramızdan ayrılmış kişilerle de irtibat kurabiliriz. Bir kişi, uyandığında net olmayan hatıralara sahip olabilir. Fakat, iletişimde algıladığımız belirsiz hisler bize teselli verir.

Daha sonra biz bu rüyasız durumdan tekrar bir kez daha rüya durumuna geçeriz. Bunlar öyle rüyalardır ki; içimizdeki insanın (benin) yansıtmış olduğu deneyler ve fikirlerdir. Sushupti’de problemlerimize çözüm buluruz. Birçok sanatkar ve yaratıcı rüyalarından ilham almışlar veya uyanıkken halletmeye çalıştıkları problemlerin çözümünü rüyalarında bulmuşlardır.

Örneğin Alman kimyacı Kekule, rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görmüş ve bu rüya sonucunda benzen molekülünün kapalı halka yapısına ulaşabilmiştir. Rüyada bulunan bu çözüm, sembolik bir formdur. Egomuz tarafından kullanılan kendi düzlemindeki bu dil, uyanık durumdayken bildiğimizden tamamen farklıdır. Demek ki Üst Benlik, vücudumuzda yaşamına yeniden başladığında, deneyimlerini beynimize aktarmakta zorlanır. O, imajlar ve resimlerle iletişimde bulunur.

Bazen uyanık durumdaki bilinç haline geçtiğimizde, bizim rüya deneyimlerimiz bozulup çarpıtılmış olur, görüntülerin karmakarışık ve anlamsız olduğu görülür. Bunlar, karışık rüyalar olarak adlandırılır. Bu süreçte, kehanette bulunmayla ilgili rüyalar ve net bir görüntü şeklinde geleceğe ait olaylar görülebilir. Tarih, birçok kehanet rüyası örneğiyle doludur.

Bazen rüyalarımızda uyarılar alırız. Uyanık olduğumuzda, arzularımızın ve isteklerimizin çeşitliliği yüzünden zihnimiz karışmış durumdayken, hangi tehlikenin içine gireceğimizi önceden göremeyebiliriz. Bu tip rüyalar uyarı rüyaları olarak adlandırılırlar. Bir insan iki şekilde rüyalar yoluyla uyarı alabilir. Ya Abraham Lincoln gibi kendi ölümünü bir önsezi, bir uyarı halinde alabilir veya eğer bu insan kolaylıkla rüyalarından etkilenmeyen biriyse, diğer bazı insanlar onun adına uyarı rüyası görebilirler.

Bir de geçmişi hatırlatan rüyalar vardır. Bunlar bizim geçmiş yaşam hatıralarımızın anılarıdır ve genellikle astralden toparlanan başıboş görüntülerdir. Astral ışık evrensel bir kayıt gibi olduğundan, orada geçmiş, şimdi ve gelecek bütün olaylar derin bir şekilde yer etmiştir.

Bundan başka, içimizdeki yeteneklerin gelişmesi için sık sık gördüğümüz ve bizi daha yüksek değerlerde yaşamaya yönlendiren rüyalar da vardır. Bu tip rüyalar, açıkça atağa geçer ve sürekli bizi takip ederler. Bu daha yüksek ve daha aşağı olan doğamız arasındaki bir savaştır. Eğer ki, kişinin isteği ve özlemi daha yüksek değerdeki yaşamdan geri kalmamak yönündeyse fakat bu isteği doğrultusunda günlük düşüncelerini değişime uğratıp bunların muhasebesini yaparak, hareketlerinde bunu uygulayamıyorsa, rüya tekrarlanacaktır. Belki de ayrıntılarda bir değişim meydana gelecektir. Fakat kişi aşağı değerlerdeki davranış türlerine tekrar dalarsa veya savaş, karşıt yöndeki yaşam ve düşünceler tarafından kazanılırsa, ya da mücadeleden vazgeçilirse, bu tür rüyaların görülmesi de bitecektir.

Farklı çeşitlilikteki rüyaların analizini yaptığımızda görüyoruz ki,
a) Sushupti safhasının deneyimlerini, uyanık durumda da hatırlayabilmek ve
b) Bu rüyaları yorumlamak çok önemlidir. Söylendiğine göre, bir rüya açılmamış bir mektup gibiyse anlaşılamaz. Rüyalarımızın anlamını açıklayabilecek olan kişiler yalnızca bizleriz. Ne başka bir kişi, ne de herhangi bir rüya kitabı bunu yapabilir.

Rüyasız uyku sürecinin deneyimlerini geri getirmek için Jagrat'dan Sushupti‘ye doğru giden iletişim (mesaj) kanalının açık ve net olması gerekir. Beynimizin bu rüyaların ne kadarını hatırlayabildiği, onun ne kadar gözenekli olduğuna bağlıdır. Beynimizin gözenekli bir yapıda olması için daha az kişisel arzuya sahip olmalı, materyalist uğraşları terk etmeli ve ahlaklı, erdemli bir yaşama yönelmeliyiz.

Zihnimizin bu durumu, uykuya geçiş öncesinde uyku haline hemen etki eder. Bundan dolayı, her gece kendi kendimizi imtihandan geçirme pratiğini yapmamız tavsiye edilir. Bizim güdülerimiz, yöntemlerimiz, alışkanlıklarımız, gün boyunca başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler; hepsi de gözden geçirilmelidir. Herhangi bir kutsal metinden bir mısra tekrarlamak, kadim öğretilerden birkaç satır hatırlamak, zihni yatıştırmak ve bilinci Manas'a yükseltmek açısından yararlı olabilmektedir.

Rüyalar, gelişmemizde önemli bir rol oynarlar. Dolayısıyla, onların taşıdıkları mesajların anlamını çıkarmayı öğrenmek bizim gelişimimiz için gereklidir. Bu gece vizyonları, bilgeliği bir depoda toplamak gibidir. Uyanık durumdayken yanlış yapmamıza engel olan vicdanımızın sesi, bizim yüksek doğamızla bağlantı halindedir. Uyku sırasında ise, yüksek doğamızla daha fazla bağımız vardır. Bizler, bu gece vizyonlarından ruhsal gelişmemize destek olacak biçimde yararlanmayı öğrenmeliyiz.


Uphadi: Gölge ve şekil oyunu, evrensel doku.
Jagrat: Uyanık olduğumuzdaki şuur hali.
Swapna: Rüya gördüğümüz sıradaki şuur hali.
Sushupti: Kendini unutucak kadar derin uyku hali.
Turiya: Spiritüel şuurun en yüksek hali.
Atma-Buddhi: Aydınlanmış şuur.
Manas: Saf zihin, arzulara, dünyevi olana zincirlenmemiş zihin, zeka, insandaki ‘üst ben’şuurunun merkezi.

29 Eylül 2016 Perşembe

Kıymet Kalıplarda Değil Tesirlerdedir - Dr. Bedri Ruhselman

Sevgilisini kaybetmiş bir insanın karşısına, her noktasında o kaybettiği varlığa benzeyen mermerden bir heykelini yapıp koysanız, bununla o insanın ıstırabını teskin edebilir misiniz? Elbette hayır.

Yazımızın başlığı ile bu soru ve cevap arasındaki ilişki birdenbire görülmeyebilir. Fakat, bu nokta üzerinde biraz durursak, konumuzun, yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya başladığını görürüz.

Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerinin şekilleri, ne bedenlerinin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanları birbirlerine bağlamaya kafi değildir.

İnsanları birbirlerine bağlayan, birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine ısındıran ve birbirleriyle sempatize eden, kısaca birbirini arattıran tek etken, onların birbirlerine karşı olan aksiyon ve reaksiyonlarıdır. Yani, insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine yönelmiş tesirlere karşı gösterdikleri mukabil tesirlerle ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da, başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler.

Mermer taş gibi pasif bir insan, canlı da olsa, nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur.

İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde meydana getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar, ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler.

Nitekim, görünür ve başkalarının işine yarar hiçbir iş yapmadan, verimli veya verimsiz hiçbir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların çevrelerinde meydana getirmiş oldukları boşluk da, o kadar bariz olarak kendisini gösterir.

Fakat biz bu yazıyı, yukarıdaki fikri belirtmek için yazmıyoruz. Bu, hemen hemen herkesçe malûmdur. Biz burada, bilhassa başka bir konuya temas etmek için bu bahsi ele aldık.

İnsanlar arasında, umumiyetle alışkanlık haline girmiş bir ruh hali vardır. Ve birçokları, bu ruh hali üzerinde derince durup düşünmeden, otomatik olarak ona karşı zayıf kalır. Bu otomatizma şudur: İnsanlar kendilerine, oradan buradan hücum eden, görünür görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesirleri meydana getiren sebeplerin çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu sebepler, insanların beş duyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirler de vardır ki, insanlarca bunların kimler tarafından meydana getirildikleri malûmdur.

Fakat ne gariptir ki, insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesirlerin meydana getirdikleri neticelerin özellik ve nitelikleri diğer malûm kaynakların tesirlerininkine nazaran çok daha belirgin ve etkin bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların sebeplerine kıymet ve önem vermezler de, sebepleri görünen ve idrak edilen tesirlere- evvelkilerden çok daha önemsiz oldukları halde- hatta bazen lüzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler.

Mesela, gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse, ciğerlerini kemirebilecek bir mikrop sürüsünün hücumuna karşı, bildiği halde, çoğunlukla kayıtsız kalabilir. Halbuki o böcek, nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesiyle sokar ve biraz acıttıktan sonra her şey gelip geçer. Buna karşın, o mikroplar bir defa vücudu istila etti mi, insanı mezara kadar sürükleyebilir.

Keza, insanlar, etrafında bulunan diğer insanlarla ilişkilerinde daima kuruntulu, daima çekingen ve sanki onlardan her an bir kötülük gelecekmiş gibi abartmalı bir temkinliliğe lüzum hissettiği halde, etraflarını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen görünmez bedensiz varlıkları, mevcudiyetleri ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetlerinin nitelik ve niceliği üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu hususta, bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler.

Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar mühim olur ve bunların bazen iyi, bazen de kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında etkili roller oynarsa, bu görülmeyen bedensiz varlıkların o insan üzerindeki meçhul kalan tesirleri de onlardan daha ehemmiyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleri de, o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır.

Bu yönü ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulü sayılamaz. Ve bunun da sebebi, yazıma başlarken söylediğim gibi, "Varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde meydana getirdikleri işlere önem vermelidir." hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.

Fakat bu hakikati başka bir bahiste de ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan, o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını, mütemadiyen, içine düşmüş olduğu yeis ve keder yüzünden reddeder. Ve bu arada kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselli verici titreşimleri kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki, bu arada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ve ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve sırf o tesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir!...

Buna karşılık, eğer o insan kalıp ve kıyafete değil de, eserlere ve tesirlere kıymet ve ehemmiyet vermenin lüzumunu anlayabilecek bir idrak seviyesine gelmiş bulunsaydı, o anda, öldüğünü sandığı o varlıktan gelen tesirleri keşfetmekte gecikmeyecek ve onların, o varlığın sağlığındaki tesir ve eserlerinden daha canlı, daha samimi ve daha içten ve yakından olduğunu duyup anlayabilmek haz ve sevincine kavuşacaktı. Fakat o bunu yapamadı. Ve yapamadığı için de, öbür tarafa geçmiş sevgiliden gelen o canım teselli verici titreşimlerin, yani o varlığın birçok fedakarlıkla çalışarak dünyada kalan sevgilisine gönderdiği, içten gelen sevgi ve alaka, duygu ve düşüncelerini kavrayamadı, ziyan ve sefil eyledi, bu yüzden kendisi de, boş yere azap ve ıstırap çekip durdu!... Çünkü o insan, tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir.

Halbuki buradaki tesirler, kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve illeti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise, cansız moloz yığınlarından alınır ve işi bitince gene cansız moloz yığınlarına iade edilir.

Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete getiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur.
Bu tempoyu kaybedenler ise, her dem moloz yığınlarıyla başbaşa kalmanın doğuracağı hüsran ve hayal kırıklıklarıyla karşı karşıyadırlar.

Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve yüksek titreşimli tekamülü destekleyen görünmeyen tesirlere açık uyanık olup, düşük titreşimli engelleyici tesirlere karşı daha ihtiyatlı ve dikkatli davranırsak bizler için daha hayırlı olur...

Dr. Bedri Ruhselman

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Açıl susam açıl

Açıl susam açıl
Open sesam open
Iftah ya simsim

1001 Gece Masalları
Ali baba ve 40 Haramiler
Ali Baba 40 Haraminin gizli hazineyi sakladığı mağaranın kapısını açar.

40 kişi bir meclis oluşturur.
Tasavvufta 40 makamı vardır.
40 günde yükselir ruhlar
40 ı çıkmak denir yaşamdaki çeşitli bilinç eşiklerinde.

Sesame yani susam Kabala'da shem-shamayim, cennetin adlarından biridir.

Susam, Babil maji rituellerinde kullanılan susam yağı ile ilişkilidir.

Sesam, Grekçe Samos, yani Sisam adası Ege denizindeki... Mısır'da inisiye edilmiş filozof, matematikçi Pisagor...kendisi de Pythia (Kahin) soyludur. (Pythagoras)

Arapça sim sim = gümüş, gümüş ip, bilinç kordonudur.

HPB nin ustat KH ile mektuplarında belirttiğine göre Tibet inisiyasyonlarında adaylar ebediyet kapılarının açılması için yinelerdiler bu cümleyi : "Açıl susam açıl"

Sihirli sözcükler, düşünce ve kalbin yuksek amaçlarla birlikte çalışarak kelimelere yüklediği enerjilerle meydana getirilirler... doğru niyetler ve doğru bilinç seviyesi ile aktive edilirler.

Bu nedenle keramet sozcukte değil insandadır.

Açılacak kapılar bilinç seviyeleridir, kapılar dışarı değil içeri açılır. Saklı hazine kendini bilmektir... Bu kez mağara, altın sırlarla dolu insanın ruhudur, öze dönüldüğünde keşfedilen haz(i)neler içerir...

Zahirden (dışrak olan, egzoterik) batına (içrek olan, ezoterik) geçmek anlatılır.

Tüm kahramanların yolculuğu önce kendi mağarasının derinliklerine girip oradan yükselerek gerçekleşir.

Dışarıdan herhangi bir güç bu idrak ve farkındalık kapılarını bizim yerimize açamaz.

Ilahi güçlerle, olağanüstü kozmik enerjilerle çevrelenmiş bile olsak onlara kapılarımızı açmazsak, içselleştirmezsek, madde seviyesinde kalır insanın gerçek potansiyellerini kullanmamış oluruz.

8.8.2016
Uğur Başak Arpacıoğlu






Kucakla karanlığı korkusuzca...Işığı kalbinde taşıyAN ey insAN

6 Mayıs 2016'da sabaha karşı görmüştüm..

Aydınlıkları temsil eden büyük bir grup ile kılıçlarını kuşanmış karanlıklar grubu bir meydanda karşı karşıya...
Gölge adamlar silahlarını kavrıyorlar, göz dağı vermek istercesine...

Işık insanlar, sükunet içinde, tam bir dinginlik ve birlik halinde, bütünlük hissindeyiz... Hiç bir silahımız, kalkanımız, miğferimiz yok... (hepsi içimizde, saklı)

Türlü silahlarına davranarak korkumuz ortaya çıksın istiyorlar...

Biz ise gülümsüyoruz kalbimizden, ne yapacağımızı biliyoruz, hissediyoruz...aramızda telepatik olarak teyid ediyoruz... Korkudan eser yok ışıklarda...

Birbirimize ve birliğe olan sevgimizin enerjisini yayıyoruz kalbimizden bedenimize ve çevremize...ve
Kalplerimizden yayılan enerji birleşik alanı içinde...kararmış adamlara doğru yürüyoruz, huşu içinde...

Tam o AN'da ...
Tam Işık insanlar ile karanlık insanların birbirine temas ettiği ANda...

Kalbimizden yayılan enerji, bembeyaz bir ışık hüzmesi olarak dışarı yayılıveriyor, kollarımızı kocaman açıyoruz...kucaklamak için karanlıktaki kardeşlerimizi...

İşte O AN...kalbimizdeki ışık, ateşe, ısıya dönüşüyor ve gölge adamların kılıçlarını, silahlarını eritiveriyor...
Aramızda bizi ayıran hiç bir şey kalmıyor...Sımsıkı kucaklıyoruz karanlığı...ne olup bittiğini ANlamayan kardeşlerimizi...bedenlerimiz, enerjilerimiz birbirine karışıyor...

Işık ile aydınlanıyor yeryüzündeki tüm insanların kalbi...yüzleri...ruhları...

Ve t'AN yerinde MUzaffer Gün'eşin ilk ışınları beliriveriyor...

Ey Işığı kalbinde taşıyan ne'FER, kucakla karanlığı korkusuzca...

Sevgilerimle...
Uğur Başak Arpacıoğlu, 08.08.2016, Kapılardan geçerken

"Birliği koruyun." HPB

 NEFER : NFR, Mısır hiyeroglifi

Mutluluk, iyilik, refah, gençlik, güzellik ile ilişkilidir.
Kalp ve trake sembollerini içerir.
İç yaşam ve dış yaşamın birliğini ifade eder.
Üç bölümden oluşur: Bir sonsuzluk dairesi, bir dikey enerji hattı ve bir yatay enerji hattı.


Bir vizyon daha vardı :
Bugün 19.09.2013 Hasat dolunayı gökte...
11.11.2011'de açılan bir dönemin yeni döneme devriymiş..

Şöyle bir imge gördüm bugün öğle saatlerinde gözlerim kapalı :
Mor viole suretteki insanların beden kabukları açılıyor ve içlerinden çıkanlar mor tek bir kalp oluşturuyordu…

Çizim tam anlatamıyor, yaşamak gerek...Suretten öze geçmek" diyeyim.


O zamaaa AN... haydi...

HAYDİ GEL BENİMLE OL
Bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan
Kızgın çöllerde rastlanmayan büyülü rüyalardan
Kolay kolay taşınmayan dolu dizgin duygulardan
Yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek var

Haydi gel benimle ol
Oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize
Ordaki sevgililer özenip birer birer
Gün olur erişirler ikimize

Uzanıp yüreğimin ateşiyle yeniden
Yıldızları tek tek yakacağım
Sarılıp güneşlere sevgimizle göklerden
Mavi mavi taçlar takacağım ne olursun

Sezen Aksu , Söz: Aysel Gürel, Müzik: Onno Tunç



5 Ağustos 2016 Cuma

Kral Arthur ve Majisyen Merlin'den Gerçek Sevgi üzerine

Arthur, Merlin ‘in yanından ayrılmadan önce çok karamsarlaştı. 
Nerdeyse on beş yaşındaydı ama diğer insanları çok az görmüştü. 

“Onlara katılacağın için üzgün müsün ?” diye sordu Merlin. 
“Herşeyden önce sen de onlardan birisin.”
Arthur uzaklara baktı. “Hüzünlüyüm ama sebebi bu değil.”
“Peki ne öyleyse?”
“Sana bir şey sormak istiyorum ama nasıl soracağımı veya sorsam mı sormasam mı bilmiyorum.”
“Durma”
Arthur kararsız bir şekilde baktı. “Bana öğrettiğin dersler hakkında değil. Ama her şeyden çok bilmek istediğim bir şey, yani bana söyler misin acaba…”
Boğazı düğümlendi ve durdu.

“Belki de aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyorsun?”
Arthur kafa sallayarak onayladı. Merlin'in önsezisi ile kurtulmuş olmaktan mutluydu. 

Yaşlı majisyen bir süre düşündü ve “Her şeyden önce unutma ki gerçekten önemli bir şey sordun. Aşk hakkında sözlerle anlatılamayacak şeyler vardır, ama önce benimle gel” dedi.

Arthur'u öğle güneşinin parladığı bir açıklığa götürdü. Merlin'in elinde güneşe doğru tuttuğu, yanan bir mum belirdi. 
“Yanıp yanmadığını görebiliyor musun ?” diye sordu.
“Hayır” dedi Arthur. Güneş o kadar parlaktı ki mumun alevi görünmüyordu.
“Ama bak” dedi Merlin. Bir pamuk parçasını muma yaklaştırdı ve pamuk hemen yanıverdi.
“Bunun aşkla ne ilgisi var?” diye sordu Arthur, ama Merlin yanıtlamadı. 

Sadece yılan otunun çiçeğini alıp suyundan iki damla Arthur ‘un parmaklarına sıktı. “Tadına bak” dedi.
Arthur yüzünü ekşitti. “Çok acı” dedi.
Merlin çocuğu göle götürüp ellerini yıkamasını söyledi. “Şimdi suyun tadına bak” dedi.
“Acılık kaldı mı?”
“Hayır” dedi Arthur. “Ama bunun aşkla ne ilgisi var?” 

Merlin yine karşılık vermedi ve çocuğu ormanın daha da derinlerine götürdü. “Şimdi kıpırdamadan otur” dedi sessizce. 
Arthur söyleneni yaptı. Biraz ileriden bir fare açıklığa fırladı, ama daha hareket edemeden bir kartal fareyi kaptı ve avıyla birlikte yüksek sarp kayalıklardaki yuvasına uçtu.
Arthur şaşkınlıkla, “Ama bana aşktan bahsedeceğini söylemiştin. Tüm bu gösterdiklerinin aşkla ne ilgisi var?” dedi.

“Dinle” dedi ustası. “Güneşe tutulduğunda görünmeyen mum gibi egon da aşkın dayanılmaz gücünde eriyecek. Gölün suyuyla yıkandığında kaybolan acılık gibi, hayatının acılığı da aşkla karıştığında en berrak sular kadar tatlı olacak. Ve kartalın avını yakalaması gibi kendine verdiğin önem de, seni içine alan aşkın gözünde bir pırıltıdan ibaret kalacak.”

"Sevginin gücü, saflığın gücüdür. Sevgi kelimesi bir çok şekillerde kullanılır ama o, majisyen simyacı için kutsal bir kelimedir, çünkü onun için sevgi, “tüm kötülükleri yok ederek sadece asil ve gerçek olanı açığa çıkaran” demektir. 

“Korktuğun sürece gerçekten sevemezsin” diye uyardı Merlin. “Öfkelendiğin sürece gerçekten sevemezsin. Bencil egon var olduğu sürece gerçekten sevemezsin.

“Peki o zaman nasıl sevebilirim ki?” dedi Arthur,korku öfke ve bencilliğin sıkça deneyimlediği şeyler olduğunu bilerek.

“İşte işin gizemli kısmı burası” diye yanıtladı Merlin. “Saflıktan ne kadar uzak olursan ol, sevgi seni arayacak ve sen sevene kadar seninle uğraşacak.”

"Sevgi, kötülükleri ortadan kaldırmak için hep işbaşındadır. Sevgisiz insan diye bir şey yoktur; yalnızca, sevginin gücünü hissedemeyen insanlar vardır. 

Görünmeyen ve ebedi olan sevgi, duygu ve heyecandan öte bir şeydir; O, hazdan ve hatta bir vecd halinden de ötedir. Majisyenin gözünde o, soluduğumuz hava, her hücredeki devinimdir." 

Sevgi evrensel kaynağından herşeye nüfuz eder. O, mutlak güçtür. Çünkü zor kullanmadan herşeyi kendine çeker. Sevgi, acı çekilirken bile, zihin ve egodan uzaklarda görevini yapar. Sevgi ile kıyaslandığında diğer tüm güç çeşitleri zayıftır.

“Sen bir kral kadar güçlü müsün?” diye Merlin ‘e sordu Arthur.

“Bir kralın güçlü olduğunu nerden çıkarıyorsun?” diye karşılık verdi Merlin. “Krala gücü, her zaman ayaklanıp bu gücü geri alabilecek halkı tarafından verilir. Bu yüzden tüm krallar korku içinde yaşar; bilirler ki sahip oldukları herşey ödünç alınmıştır. Ülkenin en fakir kişisi bile kraldan daha zengindir; ta ki kral, gücünü bırakıp sevgiye teslim olana kadar.”

“Hayattaki gerçek güç içten gelir. Dünyayı sadece içten gelen sevginin ışığında görmek, zedelenmez bir huzurda korkusuz yaşamaktır.”

"Sevgi ile ilgili, insanların dikkatinden kaçan birçok sır vardır. 
Sevilmek için önce sevmeniz gerekir. Birisinin sizi koşulsuz olarak sevdiğinden emin olmak istiyorsanız, onu koşulsuz sevmeniz gerekir. Birini sevmeyi öğrenmek için önce kendinizi sevmeniz gerekir. Bunların çoğu açık gibi görünüyor. 

Peki o zaman niye böyle yapmıyoruz?

Majisyen Merlin'in cevabı şudur: Sevgi ortaya çıkarılmalıdır; onu gizleyen öfke, korku ve bencillik katmanları soyulmalıdır. Tamamıyla sevgi dolu bir hayat için şu anda sahip olduğunuz hayatı saflaştırın. Sevgiye yaklaşmanın doğru ve yanlış bir yolu yoktur. 

“Ümitsizce sevgiyi arayan bir insan” dedi Merlin, “ümitsizce suyu arayan balığı hatırlatır.” Yaşam çok sevgisiz gibi görünebilir, ama insanı sevgiden yoksun bırakan “dışarıdaki dünya” değil, onu algılayanın gözleridir.

Sevgiyi hayatınızın değişmez ve tam bir parçası haline getirmek istiyorsanız, önce şu an sevgi dediğiniz şeyi yeniden tanımlamanız gerekir. 

Çoğumuz sevgiyi birine duyulan çekim, önemsendiğimizi hissettiren bir beslenme kaynağı, haz ve keyif, güçlü bir his veya heyecan olarak düşünürüz. Her ne kadar bunlar sevginin birer yönüyse de, majisyen hoca bunların en iyi ihtimalle tam olmadığını söyleyecektir.

“Ölümlülerin tarif ettiği sevgi, zayıflayıp yok olmaya mahkumdur” dedi Merlin. “Sizin sevgi dediğiniz şey gelir ve gider. Bir arzu objesinden diğerine atlar. Arzularınız reddedildiğinde çabucak nefrete döner. Gerçek sevgi değişmez. Onun bir objeyle ilgisi yoktur ve başka bir duyguya dönüşmez, çünkü en başta o, bir duygu değildir.”

Tüm sahte sevgileri terkettiğinizde geriye ne kalır? 

Yanıtı kendini kabullenmeyle ortaya çıkmaya başlar. İçsel bir güç olan sevgi önce içinizde, yine kendinize yöneltilmiş olarak belirir. 

“Ölümlüler sevgi için huzursuz ve endişeli bir şekilde telaşlanıp dururlar” dedi Merlin. “Sevdiklerine sahip olamazlarsa öleceklerini zannederler. Ama gerçek sevgi sizi huzursuz etmez, çünkü onun ifade edilmeye ihtiyacı yoktur. 
En sevilen kişi bile sizin bir parçanızdır. 

Başkasından alacağınızı zannettiğiniz sevgi, farkındalığınızdaki bir sınırlılığın belirtisidir. 
Majisyen simyacılar için tüm sevgiler benlikten gelir.

“Bu, kulağa çok bencilce geliyor” diye itiraz etti Arthur.

“Benliği ego ile karıştırıyorsun, ama gerçekte benlik ruhtur” diye yanıtladı Merlin. 
Bencillik ise sahiplenmek, kontrol etmek ve hakim olmak isteyen ego'dan kaynaklanır. Ego, “Seni seviyorum, çünkü sen benimsin” dediğinde sevgiden değil, üstünlük kurma ve sahiplenmekten bahseder. 
Gerçekten sevmeyi öğrenenler ilk önce bencilliği bırakmışlardır. İşte bundan sonra çok değişik bir deneyim başlar.

“Peki bu nasıl bir şeydir?” diye sordu Arthur. “Bunu hiç bilebilecek miyim?”

“Bir gün bu huzursuzca telaşın bittiğinde, ufak bir ışık göreceksin kalbinde. İlk önce bir kıvılcım büyüklüğünde olacak, sonra bir mum alevi ve nihayet cayır cayır yanan bir ateş.
Sonra uyanacaksın ve bu ateş güneşi, ayı ve yıldızları kaplayacak. 

İşte o anda evrende sevgiden başka bir şey kalmayacak, ama yine de bunların hepsi kalbinde olacak."

Alıntıdır. 




Ölüm korkusu ve ölmeden önce ölme cesareti

Ölmeden önce ölebilmeyi öğrenmeli...  
Hayatın gizemlerinden biri olan ölümle yakınlaşmak ve korkuları elimize alabilmek için... Dış yaşam-iç yaşam dengesini kurmak, zamansız olan  ruhumuza öncelik vermek için...Özgür olabilmek için..  
Bu güzel makale için Ruhsal Adam'a teşekkürlerimizle...

Ölüm Korkusu ve Hesaplaşma Endişesi - Dr. Bedri Ruhselman


İnsanların en çok korktuğu şey, kendi duygularının ölçüsüyle kötü kabul ettikleri bazı hayat şartlarının içine günün birinde düşme tehlikesidir. 

Örneğin bir insan, sonuçlarının çok kötü çıkması kesin görünen bugünkü vazifelerindeki ihmali sebebiyle yarından korkar. Çok sert ve kırıcı bir hocanın dersini hazırlayamamış olan bir öğrenci, eğer o dersten kaçamayacak durumda ise, yalnız o hocadan, yalnız o dersten değil, okula gitmekten bile korkar. 
İşte ölüm korkusunu hazırlayan sebeplerden bir tanesi de budur.

Hiçbir öğrenci, düşünülebilir mi ki, dersini en mükemmel ve öğretmenini olağanüstü memnun edebilecek şekilde hazırlamış olsun da, o öğretmenin dersine girmekten korksun veya ondan nefret etsin! Tersine o, dersini büyük bir sevinç ve heyecanla bekler. Sanki öğretmeninin karşısında o dersin sınavını vermeye can atar. Çünkü bundan kazanacağı başarı derecesi daha şimdiden onun ruhunu sevinç ve huzurla doldurur. Ve bu başarının sağlayacağı ilerideki hamlelerin huzurlu duyguları onu belirsiz heyecanlara sürükler. İşte, bu da dünyada duyulan iç huzurunun bir örneğidir.

Nasıl, ancak tembel ve haylaz bir öğrenci dersinden nefret eder ve sınavdan korkarsa, tıpkı onun gibi, hayattaki vazifelerini ihmal etmiş, ruhunu; gelecek ve sonsuz hayatının gereklerine göre hazırlayabilmesi için kendisine verilen olanak ve fırsatlardan faydalanmayı aklına bile getirmemiş ve bütün hayatını maddi zevk ve tutkuların esirliğine kaptırarak ve nefsani çekicilikler peşinde koşarak geçirmiş bir insan da öylece, ruhsal hayattan ve ölümden korkar, nefret eder. Çünkü ruhsal hayat onu, dünyada uygulamakla yükümlü bulunduğu birtakım vazifelere davet eder. Ölüm ise bu vazifelerin yerine getirilmesindeki başarı derecelerinin saptanacağı bir sınav kapısıdır.

Bazıları dünyada yalnız para kazanmak, resmi görevlerini -yöneticilerine hoş görünmek hırsıyla- en ileri derecede yapabilmek için gecelerini gündüzlerine katarak, uykularını feda ederek çalışırlar ve bu kadar yorgunluğa bedel olan faaliyetlerine bakarak da, dünyadaki bütün görevlerini hakkıyla yapmış olduklarına bunların bir kısmı samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da kendisini inandırmaya çalışır. Bunun için de, kendi kendisine bir sürü özürler uydurmaya kalkışır.

Bazıları da kendilerini hiçbir şekilde çalışma sınırlamasına bağlamak gereğini görmez ve bomboş, başıboş bir hayat içinde sayılı olarak geçen birkaç eğlenceli ve zevkli gününü gerçek kazanç sayarak, bunlarla dünyadaki varlığının gereklerini yerine getirmiş olduğunu sanır. Burada da, bunların bir kısmı buna samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da, işin böyle olamayacağını içten içe hissettiği halde buna kendisini zorla inandırmaya çalışır.

Gerek öncekinde, gerek ikincisinde samimi olarak inananlara söylenecek hiçbir söz yok. Onlar gözleri açılıncaya kadar kader yollarında yürüyeceklerdir. İşin kötülüğünü hissederek kendisini aldatmaya çalışanlara gelince, elbette bunların ölümden korkuları o oranda şiddetli olacaktır. 
Güçleri, kuvvetleri yerinde olduğu sürece, böyle ruhsal hayattan kaçmak isteyen insanların bu hareket tarzlarını düzeltici herhangi bir kötü olayla karşılaşmamaları, onların bu yoldaki cesaretlerini artırabilir. Hele araya karışan gelip geçici tatmin edilmiş arzuların verdiği uyuşturucu zevkler onların bu hareketlerini özellikle teşvik bile edebilir. Ve bu şekilde onlar, tutmuş oldukları nefsani yolun doğruluğuna, bu aldatıcı sonuçları birer kanıt olarak ileri sürmekle, ruhsal görevlerinin ihmalinden doğan sıkıntılarını örtbas etmeye çalışırlar. 

Fakat bu hal ancak maddi güç ve takatin zaafa yüz tutmaya başladığı ana kadar sürebilir. Ölümün müjdecisi olan bu zaaf hali görünmeye başladığı andan itibaren nefsaniyet sönmeye yüz tutar, vicdan da sesini gittikçe yükseltir. İşte, ne olursa olsun, insan kendisini ne kadar avutmaya çalışırsa çalışsın, bu hakikati ruhunda derinden derine duyar ve sonuçların ortaya çıkacağı günleri endişeyle karşılar. 

Burada, onunla vicdanı arasına kimse giremez. Bütün bu işler, yalnız ve yalnız ikisinin arasında kalan, hiçbir dış kuvvetin karışamayacağı içsel bir mesele olur. İşte bu hale, ruhun uyanıklığı olarak bakabiliriz. Acaba ruhta bu uyanış nasıl olur?

Batan gemisinin bütün güven ve konforunu kaybetmiş ve bir tek tahta parçasına sarılarak okyanusun korkunç dalgaları ortasında tek başına kalmış bir insanın sonu bize, bu uyanışın ürkünçlüğü hakkında küçük bir fikir verebilir. O, böyle bir durumda kaldığı zaman o durumun gereklerine uygun önlemleri zamanında almamış ve hatta bunu düşünmemiştir bile!.. O halde şimdi ne yapacaktır? Hiç!.. Çünkü bu önlemleri alabilmesi için, kendisine maddi hayatında verilmiş olan olanakların hepsini kaybetmiştir. O olanaklar ancak maddi olanaklardır. Ve onları dünyada boşu boşuna harcaması için değil, bugüne hazırlanması için kendisine vermişlerdir. Ve aslında dünyaya da bunun için gelmemiş miydi?

O halde şimdi onun yapacağı iş sadece, başkalarından yardım beklemek ve içinde yuvarlandığı korkunç dalgaların hangi tarafından çıkıp geleceği belli olmayan binlerce tehlikeyi sabır ve tahammülle karşılamak ve Allah’a yalvarmaktan ibaret kalacaktır. Ta ki kendisine, tekrar ve yeniden hazırlanabilmesi için maddi olanaklar verilsin, yani geçirmiş olduğu hayat yolunu ters yüzüne dönerek bütün acılarıyla birlikte yeniden yürümeye başlasın. Fakat acaba bu yardım kendisine ne zaman kolaylıkla gelecektir? Onu ancak Allah bilir. İşte kader. 

Fakat bir de bunun yanında, dünyadayken ilerisini görerek ve ağustos böcekliği yapmayarak çok iyi hazırlanmış bir arkadaşı daha vardı ki, o hemen kendisini bırakmış ve kuş gibi uçarak yüce dorukların sonsuz mutlulukları içinde uçmaya başlamıştır. Artık o, tekrar yoksul dünyaya inmeyecek, bu ilkel sınıflardan kendisini sonsuza kadar kurtaracak ve çok yüksek yerlerde büyük görevler görecektir. Bu da ona Allah’ın sunmuş olduğu bir yardımdır. İşte kader...

İşte, dünyada ölümü huzurla bekleyen bu ikinci insana karşılık birinci insanın, yani bütün hayatı boyunca yalnız maddesi için çalışmakla yetinen ve bununla dünyadaki görevlerini tamamladığını sanan insanın, ölümü korkuyla karşılamasını bu bakımdan haklı görmek gerekir. Ama ne kendisinin, ne de bizim bu hali haklı görmemiz, onun bu kötü sonunu ortadan kaldırmaya yetmez. Bundan dolayı, yapmakla yükümlü bulunduğu işleri ihmal ederek sadece ölümden korkmakla da o insan, ölümün arkasından gelecek olan kötü sonlardan kendisini kurtarmış olmaz. 

Bunun için bu hakikati görmemekteki inadı bir tarafa bırakıp silkinmek, tembelliği bırakmak ve hemen, dünya işlerinde olduğu kadar ruhsal işlerde de kendisinden beklenen görevlere dört elle sarılmak lazımdır. 
Başka kurtuluş yolu yok.

Bir sene süresinde derslerini ihmal etmiş bir öğrenci sınav kapısının önüne geldiği zaman, onun korkudan tir tir titremesi hiçbir fayda vermez. Ve onu, zavallı çocuk sınavdan pek korkuyor diye de, bu zor durumdan kimse kurtaramaz. 

O, bu tam bir yıl süren tembelliğiyle, bir dakika sonra sınav odasında karşılaşacağı sonucu hak etmiştir. Bu sonuç onun, kader haline gelmiş bir payı olmuştur. 

İşte, çalışma zamanı olan hayat yılları ve sınav kapısı olan ölüm döşeği de böyle! 

Gerçi okul sınavlarında, tembel çocukların haline acıyanlar bulunur ve bazen onları kayırmak isteyenler çıkar ve ayrıcalık yaparlar. Fakat öbür tarafta böyle başıboşluklar yoktur. 

İlahi İrade Yasaları’nın önünde kimse duramaz. İşte kader...

Bedri Ruhselman 1898-1960 İstanbul 




28 Temmuz 2016 Perşembe

İnsan olmanın bilinci, Tarih bilinci, Birlik bilinci

“En büyük savaş cahilliğe karşı yapılan savaştır. Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir, yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir." Mustafa Kemal Atatürk

Gezi direnişi zamanında blogumda yazdığım bu yazıyı tekrar paylaşıyorum.. Çünkü tarih bilincini geliştirmeliyiz..
https://kendinitaniatolyesi.blogspot.com/2013/06/kader-birligi.html

"Bizler günübirlik değil, iç olarak ebedi varlıklarız" H.P Blavatsky

Tekil olaylar geçici suretlerdir. İçinde boğulmayalım. İçine doğduğumuz ülkede yeniden uyanması gereken Birlik Ruhu, Kader Birliği'nin farkındalığı için yaşanan karmik tecrübelerin tecellilerinden geçiyoruz. Farkında olalım !

Niceleri olmuştur ve eğer Karmik düğümleri çözmek, dengelemek için çalışmazsak olmaya devam edecektir...Tarihin tekerrürü farklı senaryolarla, farklı aktörlerle devam edecektir. Karmik Samsara tekerleği dönmeye devam edecektir.

Tarih, birbirinden kopuk gibi görünen oysa nedensellik ( etki-tepki, kolektif karma) zinciriyle birbirine bağlı bir kolye gibidir ve bu neden sonuç ilişkisini anlamlandırmak için hafıza sanatını kullanmak gerekir. Bilinç ve farkındalık ancak hafıza ile mümkündür.. Kimlik ise hafıza sayesinde oluşur. Tarih bilinci geçmiş ile geleceği birbirine bağlar ve sadece bir ülkeyi değil, tüm dünyayı dolaşır.

Tarih (history, storia ) anlatır.. kulak verene sırlarını anlatır.

Ben kimim ? Kimim ben ? Neden yaşıyorum ? Neden buradayım? Ne için yaşıyorum ?

Bu ülkede ve bu zamanda yaşıyor olmamız tesadüf değildir. Ruhumuzun göklerden inerken verdiği Hakikatli sözü unutma sularından içtiğimiz için hatırlayamasak da, kalbimizde vicdanımızda duyumsayabiliriz...

Tarihe geçecek bir zamana tanıklık ediyoruz...Her an, her gün öğretilerle ve imtihanlarla dolu…İşte tam da bu nedenle sınavlarına hazırlanan öğrenciler gibi çok çalışmalıyız !
Anadolu topraklarının Büyük Hafıza'sında kayıtlı benzer tecrübelerden faydalanabiliriz.
Kader Birliği'nin destanlar yazan gücünü kullanabiliriz...

Güç içimizde, güç kalplerimizde, güç birlikte.. İyinin, adaletin, erdemlerin koruyucusu Evrensel Gücün ve tarihin içinde bu güçleri kullanmış olan Kutlu Ruhların bizleri desteklediğine inanalım !

İnsan olmanın onurunu koruyarak öğünelim ! Güvenelim ! Çalışalım !

İnsan olmanın bilinci, Tarih bilinci ve Birlik bilinci Başöğretmenlerimizin Atalarımızın verdiği öncelikli ödevlerimizdir.

“Büyük devletler kuran ecdâdımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Atatürk

"Tarih yapan akıl, mantık, muhakeme değil, belki bunlardan çok hissiyattır." Atatürk

“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikâtla her şeyden ve herkesten evvel kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız.” Atatürk

“Evvelâ millete tarihini, asîl bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.” Atatürk

“Ben fani bir insanım, bir gün öleceğim, büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk Milleti’nin gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin.” Atatürk

"Günde yüz kez kendime iç ve dış yaşamımın, yaşayan ya da öIü başka insanIarın emeğine dayandığını hatırIatıyorum; çok derinIere daImadan günIük yaşamdan biIiyoruz ki, bir insan başkaIarı için vardır." Albert Einstein

"BiIgeIik dünyanın düzenini değiştirmekten çok, kendi istekIerini değiştirmektir." Albert Einstein

Atalarımıza saygı ve şükranlarımla...
BA
28.07.2016 , Kadıköy




21 Haziran 2016 Salı

Gün dönümü...Kucakla özünü

Mystery of the past
Inspiration in the present
Hope for the future !
Happy Summer Solstice
Open gates, the bridge of light...Embrace your inner light, lux, Luv ...just BEE

Geçmişin sırları
Şimdinin coşkusu
Geleceğe umut OLsun
Mutlu Yaz Gündönümü

Görünen ve görünmeyen kapılar açık,
Işık köprüsüne çık,
Özündeki ışkı kucakla...
Sadece OL...Arı ruhunla...
Aşkla...

Ruhumuzla verdiğimiz sÖZleri hatırladığımız, kalbimize düşen vuslat ÖZlemiyle, Arılar gibi ışığa yönelip çıkışa doğru kanat açtığımız kutlu gündönümleri dileklerimle...

BA
21.06.2016'da
Fenerbahçe burnunda

#summersolstice #bee #lightonthepath #mysteryoflife #happy #istanbul #bridge #stargate #lux #lifeinflux #asabovesobelow
#cavemyth


13 Haziran 2016 Pazartesi

ALTIN BASAMAKLAR

Temiz bir hayat, açık bir zihin,
Saf bir kalp, istekli bir akıl,
Peçesiz bir ruhsal idrak,
Herkes için kardeşlik hissi,

Vermek için gönüllülük, 
Tavsiye ve talimat almak için hazır olmak,
Öğretilere hizmet için derin bir sadakat,
HAKİKAT’in emirlerine istekli bir itaat,

Kişisel adaletsizliklere karşı cesur bir dayanıklılık,
Ahlaki ilkeleri mertçe ilan etmek, 
Haksız yere saldırıya uğrayanları yiğitçe savunmak,
Ve insanlığın ilerleyiş idealini sürekli gözetmek,
Kutsal bilimleri kavramada mükemmelleşmek.

Bunlar öğrencinin yukarıya doğru çıkmayı öğreneceği
Altın basamaklardır
Hikmet tapınağına götüren…

H.P.Blavatsky 

***
Azimli cesaretin fethedemeyeceği hiçbir tehlike yoktur. 
Lekesiz saflığın geçemeyeceği hiçbir deneme yoktur. 
Güçlü aklın aşamayacağı hiçbir zorluk yoktur. 
Geleceği kazananlar için, geçmiş mükafat olarak hepsini açığa çıkarır
İnsanlığı kutsayan ve koruyan gücü.
Başarısız olanlar için, başarının gelebileceği başka hayatlar olacaktır. 

HPB, Lucifer, 1891

(12 Ağustos 1831 - 8 Mayıs 1891)